“BİR
ŞEY KOPTU BENDEN, ŞEY, HER ŞEYİ TUTAN BİR ŞEY.”
301 madenci şehit oldu…
Milletimizin kalbi daha ilk günden SOMA da atıyordu… Ölenlerde öldü
yüreklerimiz…301 ağabeyimizi, kardeşimizi orada meslek şehidi olarak verdik.
Ateş düştüğü yeri yakar ama bu defa tüm Türkiye'yi yaktı. Bizler de çok
derinden üzüldük.
NEFESSİZ KALARAK ÖLMEK… TEDBİR
ALINSAYDI ÖLMEYECEKLERİNİ BİLMEK…
Velhasıl ibret olsun
bu..İşçi sağlığı ve iş güvenliği müesseselerin birinci önceliği olmalıdır…Soma
sık ziyaret ettiğimiz sanki Balıkesir e bağlı bir ilçe olarak gördüğümüz bizden
bir yer…Adetleri yaşantıları oyunları güldükleri ağladıkları aynı olan
insanların yaşadığı yer.
Acılarının kendi acımız olarak
gördük..Başımız sağ olsun..
Beni üzen asıl şey Millet
olmak konusunda şüphelerim başladı..Dini, dili ,kültürü bir…Acısı
ortak,sevinçleri ortak milletimiz..SOMA da “ÇANAKKALE SAVAŞLARINDA GÖSTERDEĞİ
birlikteliği göstermedi..
Bugün AHMET HAŞİM tarafından
yazılan her seferinde ilk okuyor gibi tekrar tekrar okuduğum “MÜSLÜMAN SAATİ
“ deneme yazısını sizinle paylaşıyorum…
İçinde bulunduğun karmaşık
duygumu sanki bu yazıda buluyorum…
İstanbul’u yenileştiren ve
yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin
hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat
bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre
yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve
ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de
“saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.
Müslüman gününün
başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziya[1]ları tayin eder.
Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin
yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki
hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde
yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle[2], haberdar
ederlerdi.
Zaman sonsuz bahçe ve
saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati kuşatmasından
evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı,
çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı,
azîm[3] bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar
uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı.
Ziyada başlayıp ziyada
biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.
Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını
bu saatlerle ölçtüler.
Gerçi, astronomik hesaplara
göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî
saatiydi.
Güneş saatinin adetlerimiz
ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve
muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış
tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın
öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği
ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi.
Bunlar, hayatı etrafımızda
serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul
bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir
hale getirdiler.
Yeni “ölçü” bir zelzele
gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün
setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun,
bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.
Bu Müslüman’ın eski mesut
günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında
mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin
acı ve nihayetsiz günüdür.
Unutulan eski saatler içinde
eksikliği en ziyade hasretle tahattur[4] edilen saat akşamın on ikisidir. Artık
“on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara
hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı,
sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir[5] ve
titrek saat değildir.
Akşam telâkkisinden koparak,
gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm[6] bir zamanı
bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat,
Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört
saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak
bıraktı.
Başka memleketlerde fecri
yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap
çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır.
Bu zavallılar için fecrin
parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini
aydınlatan bir ziyadır.
Hâlbuki fecir saati,
Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin
başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en
güzel tecellilerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca
saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul
mimârî[7]yi anlamış değillerdir.
Esmer camiler, fecrden
itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının
bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya
alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda
yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le
beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve
birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli,
ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz.
Çünkü hayatımıza sokulan
yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi
ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız
kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki
saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri
gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.
ÇÖLDE YOLUNU ŞAŞIRANLAR GİBİ BİZ
ŞİMDİ ZAMAN İÇİNDE KAYBOLMUŞ KİMSELERİZ. Ahmet HAŞİM
*[1] Işık. [2] Dorulukla. [3]
Büyük. [4] Hasret. [5] Etkili,
tesirli [6] Bilinmeyen, gizli. [7] Akılları hayrette bırakan mimari.