29 Mart 2016 Salı





 MEKTEP MÜSAMERELERİ 



Elektriği, şebeke suyu olmayan bir köyden, ilkokulun 2. Sınıfında şehir merkezine taşındık. Köken olarak kafkas göçmeni çerkes bir ailenin çocuğuyum.

O zamanlar yaşlılarımız iyi Türkçe konuşamazdı. Bu nedenle sokakta, evde İletişimimiz adige dili Şapsığ aksanı ile oluyordu.
Köy ilkokulunda bir yıl okudum. Öğrenci ve öğretmen de çerkes olduğu için meramımızı ifade edebileceğim kadar Türkçe konuşabiliyordum. Meğer öyle değilmiş. Konuştuğumu sanıyormuşum.

Şehirdeki okulumda ilk gün, adeta bir kâbustu…
Öğretmen, beni 2/A sınıfına takdim ederken sınıftaki öğrencilerin pek çoğu güldü. Konuşulanları anlamıyordum. Bu sebeple etrafımda söylenenleri meraklı ve ürkek bakışlarla takip ediyordum.
Konya’dan benim gibi gelmiş Ahmet ile ikimizi en arka sıraya oturttu. Ahmet uzun boylu konuşma güçlüğü çeken bir arkadaştı. Yılsonuna kadar ikimiz sınıfın sağ arka sırasında birlikte oturduk.

Ben Türkçe konuşmakta güçlük çekiyordum. Onunda algı sorunu ve öğrenme güçlüğü vardı. Teknik tabirle ikimiz de sorunluyduk…

BİZİ ANLAYAN, ARAYAN, SORAN VE BİZE YOL GÖSTEREN OLMADI. Öğretmenimiz, sınıfın çalışkanları ile meşguldü. Ahmet arkadaşım ve beni ders namına hiçbir konuda ayağa kaldırmadı. Lakin haftada birkaç kez, kara tahtanın sağ cenahındaki çöp tenekesinin önünde tek ayak bekleterek, bizi de unutmadığını gösteriyordu.

O yıl sınıfta kaldık. Keşke sadece sınıfta kalsaydık. Hayattan da kaldık.

Köyde iken herkesin gıpta ile gördüğü şen şakrak esprili bir çocukken, teneffüse çıkamayan pısırık, korkak kimseyle iletişim kuramayan biri olmuştum. Tek arkadaşım Ahmet’ti ama ben de onu hiç anlayamıyordum.
Ertesi yıllar değişmedi. Konuşmayı öğrenmiştim. Ancak konuşacak bir şey bulamıyordum.
Başarısız, çok kötü ilkokul dönemi geçirdim. Ortaokulda başaramayacağım için, demirci dükkânına çırak olarak yerleştirildim. Ahmet te ilkokulu bitiremeden kiremit ocağında çalışmaya başladı. Hayatı, orada geçti..

Daha sonra çevre baskısı ile sanayiden alınarak ortaokula gönderildim. Lakin durum değişmedi. Maalesef, başarısızlık yakamı bırakmıyordu. Zar zor sınıf geçerek 3. Sınıfa gelebildim.
Birinci dönem ortasıydı, Türkçe öğretmenim dersten sonra seninle görüşelim dediğinde çok korkmuştum. Yine ne oldu diye endişelendim.
Çok şaşırdığım bir şey oldu. İlk kez bana bir görev verildi. Belki de görev verilecek son kişiye, Sesi soluğu çıkmayan, derse katılmayan bana,  OKUL GECESİNDE GÖREV VERİLDİ.

Tebeşir almaya müdür yardımcılarımızın odasına gitmeye korkardım. Okulda pek çok kişi beni tanımazdı. Adımı söyleyerek “İbrahim ayağa kalk..!” Diyen öğretmenim olduysa da ben bilmiyorum.”421 ayağa kalk “ ”sen söyle” den başka, bir şey hatırlamıyorum.
Türkçe öğretmenim üşenmeden yılmadan günlerce benimle uğraştı. Boş sınıfta sıranın üstüne çıkarırdı. Sahne, diksiyon, mimik, jest konusunda destek verdi. “İngiliz kumaşı” adlı monolog komediyi her şeyiyle sahneye hazırladık.

Mektep müsameresi” günü geldi. Okul müdürümüz ve ekibi, okul öğretmenleri eşleri en önde oturuyordu. Salon tıklım tıklımdı.

Oyun arasındaki dekor değişikliği yapılırken perde önünde monoloğumu söylemek üzere sahneye çıktığımda, anlatamayacağım duygu yoğunluğu içine girdim.
Şaşkınlık içinde sağa sola yürümelerimi rol zanneden seyirciler alkışlıyorlardı. Daha çok etkilendim. Seyirci içine inen merdivenlerden kaçarak çıkmak istedim. Tempolu alkış salonu inletiyordu. Koktum geri döndüm. Sahneye çıktım perdenin aralık yerini bulsam oradan kaçmayı düşündüm. Perdeyi boydan boya takip ettim.

Öğretmenim perde arkasından, telaş içinde korkumu giderecek destek konuşmaları yaptı. Seyirci bu davranışlarımı rol zannederek daha çok alkışlıyordu. Öğretmenim, sufle vererek rol metnini hatırlattı.
Konuya girdim. Alkış aldıkça metin dışına çıkarak sahneyi turluyordum. Çok hoşlandım. Hayatımda ilk kez takdir görüyordum. İçeriye döndüğümde öğretmenim kucakladı. Defalarca yanaklarımdan öptü.

Pazartesi sabah istiklal marşı töreninde, okul müdürü adımı söyledi. Kürsüye çıkardı. Bu adamı alkışlayın dedi. Derste öğretmenler sınıf defterindeki, listeye bakmadan 421 demeden doğrudan İBRAHİM dediler…
Ben o günden sonra kaybettiğim yılların telafisi için gece gündüz çalıştım. Kaybolan yıllarımı geri getiremedim. Ancak okudum.
Okulumuzda yatılı Öğretmen okulunu kazanan üç kişiden biri oldum. Hayat başarım 180 derece yön değiştirdi.2 üniversite okudum. Başarılı bir mesleki dönem geçirdim.

Daha doğru bir dünya istiyorsak, çocuklarımızın geleceğini güvence altına almayı düşünüyorsak, tiyatronun eğitsel ve toplumsal katkısını aklımızdan çıkarmamalıyız.

MEKTEP MÜSAMERELERİ; Çocuklarımıza dayanışmayı öğretir. Düşünceyi eyleme sokma yeteneğini geliştirir. Düşünerek, yorumlayarak okumayı öğretir. Topluluk içinde konuşmayı öğretir. Doğru ve güzel konuşmayı sağlar. Estetik algılama yeteneğini geliştirir. Çeşitli sanat dallarıyla ilgiyi sağlar. Toplum yaşamı için gerekli olan sorumluluk duygusunu sağlar. Toplumun, kişiliği ezmesini önler. Çocuğun elini, kolunu kullanmasını denetim altına alır.

Tiyatronun gücünü anlatmak için hikayemi size anlattım. Sayın  müdürler, öğretmenler, anlı şanlı hızlı test çözücü hocalar…!
Sizlere yalvarıyorum… “OKULLARI TEST ÇÖZEN, TOST YEDİREN, ROBOT YETİŞTİREN konumdan kurtarın..!
Siz de müsamerelerin gücüne inanın. , Okullarımızı, çocukların severek koşarak geldiği mekanlara dönüştürün.
Biliyorsunuzdur da bir de ben söyleyeyim. Dedim.

Not:27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü münasebetiyle, yazar, yönetmen, oyuncu, dublör, perdeci ışıkçı makyöz, dekorcu, kostümcü suflör, sahne arkası, sahne önü isimsiz görevlileri ve de TİYATROYA GÖNÜL VEREN, severek seyreden alkışlayan insanları bu vesile ile saygılarımla selamlıyorum                                                                            


25 Mart 2016 Cuma

“GÜNEŞİMİ KAPATMAYIN"

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu İlk kez, 1974 yılında Ankara’da gördüm. Ali Batman ağabeyimiz ile beraber oturuyordu. Kendinden emin, Vakur ve tane tane açık ve anlaşılır konuşmaları ile kendisinden çok etkilenmiştim. Sonraki yıllarda birkaç kez daha kendisini dinleme imkânım olmuştu. Abant kenarında yapılan piknikteki coşku ve enerji dolu hali unutmadığım hatıramdır.

25 Mart 2009 tarihinde, içinde merhum BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte 6 kişinin hayatını kaybettiği helikopter kazasının ardından7 yıl geçti… Kaza hâlâ aydınlatılmış değil.

Allah rahmet etsin… Mekânı cennet olsun…

MUHSİN : "iyilik eden, iyi davranan, iyi ameller işleyen ve yaptığını iyi yapan kimse"  demektir. Yazıcıoğlu da ismi ile müsemma gibi öyle bir insandı. Balıkesir ‘e onlarca kez geldi.1980 den sonra o zor şartlarda dostlarını yol arkadaşlarını hiç bırakmadı.

Kahramanmaraş'tan Yozgat'a giderken geçirdiği helikopter kazası sonucu hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatı siyasi mücadeleler ile geçmiştir.29 Mart seçim çalışmaları için "Devletten yardım alamadıkları için helikopter kiralamıştı.Heyecanla ve azimle seçim çalışmalarını yürütüyordu..Malum kaza oldu…Hala nasıl olduğunun açıklanamaması çok manidar.15.03’te düşen helikopterin enkazına 48 saat boyunca ulaşılamadı. Hava şartları vesaire..Ben tatmin olamıyorum..Muhsin YAZUCIOĞLU neden öldü …Umarım çok geçmeden öğrenebiliriz.

Aradan geçen bunca zamanda olayın kaza mı yoksa suikast mı olduğu hâlâ aydınlatılabilmiş değil. Üstelik cevabı aranan onlarca soru var.

Silinen radar kayıtları, helikopterin beyni denen cihazların enkazdan kaybolması, bu cihazları söken askerlerin görüntülerinin yayınlanması, Merhum Yazıcıoğlu ve 5 kişinin kanında yüksek miktarda zehirli gaz bulunması gibi kafa karıştıran bir sürü ayrıntı var. Ülkemiz için çok önemli bir kayıptır. Genç dinamik dava adamı Muhsin Yazıcıoğlu ülkemiz için çok önemli insandı. Yapacağı çok şey daha vardı.

Muhsin Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas'ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü'nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla'da yaptı. Yüksek öğrenimini yapmak üzere 1972'de Ankara'ya geldi. Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi'nde tamamladı. 1978'de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği'nin kurucu Genel Başkanı oldu. 1980 yılına kadar MHP'de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu.

12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak Cezaevi'nde kalan Muhsin Yazıcıoğlu, 7,5 yıl cezaevinde kaldığı bu davadan herhangi bir ceza almadı.

Cezaevinden çıktıktan sonra, Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı'nın başkanlığını yaptı.1987'de arkadaşları ile birlikte MÇP'de siyasete girdi. MÇP'de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.

1991 genel seçimlerinde üç partinin oluşturduğu ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis'e taşıyacak” sloganıyla, Sivas'tan milletvekili seçildi.

29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına seçildi.24 Aralık 1995'te yapılan erken genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak, yeniden meclise girdi. 26 Nisan 1998'de yapılan 3. Büyük Kurultay’da BBP Genel Başkanlığına seçilmiştir.

22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde 23. dönem milletvekilliğine seçilmiştir. TBMM'de Büyük Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak BBP'yi Meclis'te temsil etmiştir..
Muhsin YAZICIOĞLU, evli ve iki çocuk babasıydı..

Son derece fedakâr, samimi, dürüst, küçük hesaplar peşinde koşmayan, imaj devri iddialarına aldırmayan, inandığını söyleyen, bildiğinin peşinde giden bir siyaset adamı Muhsin Yazıcıoğlu; Fırtınalı bir hayat yaşadı, pes etmedi. Hapse atıldı, üşüdü. Doğru bildiğinden dönmedi. Zor zamanlarda dik durdu. Ders aldı, ders verdi. En çok ihtiyaç duyulduğunda vefa gösterdi. Kalabalıklar içinde yalnız yürüdü; ama küsmedi.

KARA BULUTLAR ANSIZIN GÜNEŞİNİ KAPATINCA, ‘SONSUZLUĞUN SAHİBİ’NE ULAŞTI. O SON REİS’Tİ. O MUHSİN YAZICIOĞLU’YDU.

 (Bakara, 2/112) Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Kur'ân-ı Kerim » 3 / ÂLİ İMRÂN - 169 “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.”


23 Mart 2016 Çarşamba

“MALABURO”

“MALABURO”

1980 12 Eylül öncesinde BAZI ÜNİVERSİTE HOCALARIMIZ, cübbelerini giyerek, sebepli sebepsiz protesto yürüyüşleri yaparlardı. Haber bültenlerinde görürdük. Gözlerinden de hiçbir şey kaçmazdı. En küçük meselede duyarlı davranarak memlekete ayar vermek için toplanırlardı.
Ağır adımlarla sokaklarda yürüyüşlerini hiç unutmuyorum.
Kenan Evren Paşa “düdük çalınca”, yürüyüşlerini göremez olduk.

Bu gün de değişen bir şey yok… Keşke, aynaya bakarak nefis muhasebesi yapsalar…
(Yapmadıkları belli)
Dünya sıralamalarında adımızın olmayışına hayıflanan yok.
Patentli ürün icadında neredeyse en sondan birinciyiz. Bunun için kaygı duyan da yok. Bilimsel akademik yayın sıralamasında nerede olduğumuzu söylemek istemem.

HALKIMIZ ÖYLE DEĞİL, İnsanımız memleket için bir şeyler üretmek, yeni bir şey icat etmek için yaratılmış gibidir. Her zaman cahil haliyle bir icat peşinde koşar.

Sizin de çevrenizde bildiğiniz duyduğunuz bu tip kişiler, mutlaka vardır. Pek çoğu itibar görmemiştir. Anadolu coğrafyasında değer görmemiş çok sayıda mucit olduğundan eminim.

Bir zamanlar birlikte çalıştığım, Adilcevaz’lı İzzet Birol’un babası da böyle mucit bir adamdı. Kardeşi Adilcevazlı baston ustası Cumali Birol'un yaptığı gümüş, yakut ve zümrüt işlemeli bastonlar çok meşhurdur.

Yörede herkes “MALABURO” takma adıyla tanırmış, asıl adı Mehmet BİROL dur. 1924 Adilcevaz doğumludur. İlkokul mezunudur. Sırasıyla marangozluk, kaynakçılık, değirmencilik ve baston imalatı yapmıştır. Van gölünde kendi yaptığı teknesi vardır.

1998 Yılında Ceviz Dergisi'nin Mehmet Birol (Malaburo) ile yaptığı röportajı okudum. Mehmet amca şöyle anlatmış;

 “Ben Doğu Anadolu da ilk motorlu makineyi yaparak bulgur öğüttüm. Buluşumun ismi Birol Kabuk soyma makinesidir. Bu makineyi birçok denemeden geçirdim. 1968’de motorlu olarak çalıştırmaya başladım. Plan ve projelerim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından tasdik edilerek 1974’de ihtira beratını aldım. Makinem yurt çapında buğday-bulgur üzerinde kabuğu 8 saniyede kırmadan sıyırabilmektedir.
Düğme makinesini 35 denemeden sonra yapabildim.1974 senesinde3 patent aldım.
1962 yılında aynı motorla bir helikopter yaptım. Onu yere halatlarla bağlayarak uçurdum. O dönemde Eskişehir Uçak fabrikalarına bu buluşumla ilgili müracaat yaptım. Fakat herhangi bir cevap alamadım. En son başvurumda Kaymakamlık kanalıyla tahsilim soruldu. İlkokul mezunu olduğum öğrenilince bir daha beni arayıp soran olmadı.”

“Malaburo” ile ilgili anlatılanlar çok. Memleketin her vilayetinde çok sayıda” malaburolar” kıymet görmediği için sefalet içinde yok olup gitmiştir.

Üniversitelerimizin sayısı arttı. Memnun olduk. Hatta gurur da duyduk. Lakin icadı olmayan, buluşu olmayan araştırma yapmayan yüksek liselerden farkı kalmadı.

Ders ücretleri ile yaşam standardını yüksek tutmak isteyen hocalar, ARGE için ne kaynak ne de zaman bulabiliyor.

Türk Patent Enstitüsü tarafından yayınlanan İstatistikler incelendiğinde, Türkiye’de verilen ulusal patent sayısı toplamının 1981 ila 2004 yıllarını kapsayan dönemde her yıl 80 sayısının altında kaldığını göstermektedir.

Türkiye, Çin, Güney Kore ve Japonya’daki Patent sayıları karşılaştırıldığında, Türkiye’nin patent sayıları açısından ne kadar gerilerde olduğu görülmektedir.

Çin’deki yıllık ulusal patent başvuru sayıları 2000 yılında 25592 iken 2003 yılında 56769 ve verilen ulusal patent sayıları ise 2000 yılında 6475 iken 2003 yılında 11404 olmuştur.

Aynı dönemde Türkiye’deki sayılar; başvurularda (266 ve 465) üç rakamlı ve verilen patentlerde (21 – 79) iki rakamlı olup aradaki fark çok fazladır.

BÜYÜK HARFLE YAZAYIM..!
Verilen patent; 2003 yılında ÇİN DE 11 404,TÜRKİYE’DE sadece 79 dur.

Türkiye, Dünyanın en büyük ekonomileri arasında 18'inci sırada yer alıyor. Dünyadaki ilk yüz üniversitede adımız yok… Üniversitelerimiz üretemiyor mu? Ne zaman bir icatları olacak ta biz de gurur duyacağız… Aziz Sancar hocamız gibi, NOBEL ÖDÜLÜ haberlerini bekliyoruz.
Bilimsel çalışma dışında her şeye duyarlı bazı akademisyenlerimiz coşku içinde, gözleri sokakta olan bitene takılı…
HOCALARIMIZIN İMZALARINI, TERÖR BİLDİRİLERİNDE DEĞİL, Keşifler, bilimsel teoriler, matematik metotları, tedavi usulleri, bilimsel buluşlar ve patent belgelerinde görmek isterdik…

Memleketin siyasi, içtimai konularındaki hassasiyetlerini, uzmanlık alanlarındaki işlerde de göstermelerini beklerdik…

SOSYAL BOZULMA

SOSYAL BOZULMA
Günümüzdeki en önemli sorun, toplumun temelini oluşturan sosyal yapılardaki bozulmadır.
TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ DEĞİŞİK ŞEKİLLERDE KENDİNİ GÖSTERMEKTEDİR. Dağılmış aileler, boşanmalardaki artış ve gayrimeşru çocuklar aile kurumundaki tahribatın doğal sonucudur.
Stres, huzursuzluk, mutsuzluk, endişe ve kaos pek çok insanın hayatını adeta bir kabusa dönüştürmektedir.
Manevi boşluk içindeki insanlar, bunalımlarına çare ararken alkol ve uyuşturucu bataklığına düşmekte veya karanlık yollara girmektedir.

Geçenlerde bir dostum mesaj olarak göndermiş, okudum. Gerçekten etkilenmemek mümkün değil her satırına katılıyorum…

 “Evden ayrılırken geride kalanlara, Allaha ısmarladık, Allah'a emanet olun! Derdik.
 Şimdi; Haydi ben kaçtım, bay bay.! Hadi öptüm! Der olduk...

İşe gidenlere; Allah işini rast getirsin! Derdik, Şimdi; Bol kazançlar! Der olduk.

Şaşırdığımızda; Suphanallah! Derdik. Şimdi ise; Vaaavvv!  Der olduk.
Sevindiğimizde; Elhamdülillah! Derdik. Şimdi ise; Olleeeyyy! Der olduk.

Başımıza bir musibet geldiğinde; Allah’ın dediği olur! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
(Biz Allah'tan geldik, yine O'na döneceğiz) derdik.
Şimdi ise; Hay aksi, bu da nereden çıktı. Bittim, mahvoldum! Der olduk.

Bize iyilik yapana da; Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin! Diye dua ederdik. Şimdi de; Sağ ol! Mersi. Diyoruz.

Bir işle uğraşanlara da; Allah kolaylık versin! Derdik. Şimdi ise; Kolay gelsin! Der olduk.
Yeni evlenenlere de; Allah bir yastıkta kocatsın! Derdik. Şimdi ise; Mutluluklar! Der olduk.

Sınava girecek olanlara; Allah zihin açıklığı versin! Diye dua edilirdi. Şimdilerde ise; Başarılar! Deniliyor.

Geleceğe dair planlar yapılırken; İnşallah, Allah izin verirse, Allah kısmet ederse! Derdik. Şimdilerde de; Sanki gelecek bizim elimizdeymiş gibi fütursuzca konuşur olduk.
Umarım, tahminim o ki, gibi ne olduğu belirsiz ifadeler kullanır olduk.

Günah işlediğini gördüğümüz kimselere; Allah ıslah etsin, Allah affetsin, Allah hidayet etsin! Derdik. Şimdi lanet okur, beddua okur olduk.

Kötü bir şeyden bahsederken; Allah korusun, Allah esirgesin! Derdik, Şimdilerde; Kapa şu şom ağzını! Der olduk.

Sözlerimizden ALLAH kelimesinin çekilmesi, bir zaman sonra hayatımızdan da bereketin kaybolmasına yol açtı. Şimdilerde mutluluğu Allah’tan başka şeylerde arar olduk,
Lakin beyhude! Ne diyelim? ALLAH sonumuzu hayreylesin!”

İnsanımızın deformasyonu için yüzlerce farklı örnek verebilirim.
İnsanlar çabuk sinirleniyorlar. Küs olanlar, dargınlar çoğalıyor. Maalesef, boşanmalar artıyor.
Birbirimizi dinlemiyoruz. Duymak istediklerimizi söylemeyenlerle çatışıyoruz.

Trafikte seyir halinde gördüklerimiz. Mahkemelerdeki artan dosyalar,  gergin bir toplum olduğumuzu belgeliyor.
Görünen o ki, tahammül gücümüz azaldı…
Benim tespitim budur. En küçük bir olumsuzluk, beklenmedik tepki ile karşılanıyor.
Televizyonlarda tartışma programlarının reytingleri kavga olursa artıyor. Dizi filmlerde, çatışma sahneleri ve kavgaların olduğu sahne sayısı arttıkça, izleyenlerin sayısı artıyor.

BİZE NE OLUYOR. NEDEN BÖYLE OLDUK.
Neden siyasilerimiz her gün kavga ediyor.! Neden Bize örnek olması gereken, ülkeyi yönetmeye aday kimselerin her akşam çatışmalarını seyrediyoruz.

Süt neyse kaymağı odur. Milletimize bir şeyler oldu. Kavgayı, çatışmayı izlemekten hoşlanıyoruz. Böyle olunca da içimizden çıkan vekillerimiz, siyasilerimiz, yöneticilerimiz de aynen bizim gibi oluyor. Okumayı ve araştırma yapmayı sevmiyoruz. Tahammül gücümüz azalmış, sabırsız olmuşuz…

HAYIR..! BU GİDİŞ YANLIŞTIR ..
En kısa zamanda farkına varıp özümüze dönmeliyiz. Eğitim sisteminde bir yanlışlık mı var gözden geçirmeliyiz! Özümüzü kaybedersek vatanımızı kaybederiz. İnsanlığımızı kaybederiz.

BİLGE KAĞANIN sözü bugün için lazımmış..!
“Ey Türk, üstte gök delinmedikçe, altta yer yarılmadıkça senin ilini ve töreni kim Bozabilir. EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN.”


TERÖRLE GEÇEN 40 YIL

TERÖRLE GEÇEN 40 YIL

40 yıldır terör baskısı altındayız. Takriben 40 bin kişiyi, bu sebeple kaybettik.  

Bizim nesil çok çekti. Erken yaşlarda terörle tanıştık. Aynı mahallede birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımızla, fikir ayrılığı nedeni ile ayrı düştük. Konuşamaz, hatta aynı yerlerde oturamaz, hiçbir meselemizi tartışamaz hale geldik.

Çeşitli isimler altında paramparça edilmiş gençlik, bilinmeyen bir güç tarafından sürekli kışkırtıldı. Gençlerimiz; sokaklarda, okullarda, üniversitelerde kanlı mücadele içine girdiler.

1 Mayıs 1977 günü Taksim meydanında kalabalığın üzerine ateş açıldı. 34 kişinin hayatını kaybettiği yüzlerce kişinin yaralandığı bu katliamın sorumluları bulunamadı.

Çorum, Sivas ve Maraş’ta Alevi -Sünni çatışması yaratıldı. Yüzden fazla kişi hayatını kaybetti.
1 Şubat 1979 tarihinde Milliyet gazetesi yazarı Abdi İpekçi otomobilinde uğradığı suikastla hayatını kaybetti. 
27 Mayıs 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak uğradığı suikast ile öldürüldü.

Türkiye’nin hemen hemen her şehrinde, karşılıklı çatışmaların, baskınların, suikastların yaşandığı olaylara tanık olduk. VATANDAŞLAR SOKAĞA ÇIKAMAZ HALE GELDİ.
Binlerce insanın hayatına mal olan bu kanlı süreç, 12 Eylül 1980 darbesi ile son buldu.11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü durdu.

Aradan 4 yıl geçti ki, Bu defa daha büyük bir bela ile karşı karşıya geldik. Türk- Kürt ayrımı tezgâhlandı.

15 Ağustos 1984’te PKK’nın ilk ses getiren eylemi gerçekleşti. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesi ile Siirt'in Eruh ilçesine düzenlenen eşzamanlı baskınlarla örgüt silahlı çatışma sürecini başlattı.
O günden bugüne, TERÖR SALDIRILARINI kronolojik sırayla ALT ALTA YAZSAM, onlarca sayfaya sığdıramam. Kuş beyinli ve balık hafızalı değilsek, gayet iyi hatırlıyor olmalıyız.

Son zamanlarda da artan canlı bomba eylemleri ile milletimiz sokağa çıkamaz hale getirilmek, yıldırılmak isteniyor. Entelektüellerimiz ve bazı siyasilerimiz. Terör örgütüne, destek verdiklerini utanmadan, sıkılmadan söyleyebilmektedirler.

Mecliste 4 parti terör için ortak bildiri bile yayınlayamıyor. Güçlü bir ses ile TERÖRE KARŞI olduğumuzu haykıramadık.

Bizim meclisten de 50 mebusun, İstiklalde yürümesini beklerdim... Olmadı! Hollanda Başkonsolosu Robert Schuddeboom, saldırının ardından İstiklal Caddesi’ne çocuklarıyla çıkarak, TERÖRE İNAT YÜRÜDÜ! Bizim pısırık zevata ders verdi.

Bazılarımız nöbetçi felaket tellalı oldu. Sosyal medya klavyesinde ihanet kusuyor. Bütün gün sahte ihbarlarda bulunarak, halkı evinden çıkamaz hale getirmek, ticari hayatı durdurabilmek, insanımızı yıldırmak, korkutmak için mesaj yağdırıyorlar.

Ölen binlerce şehidimizin kanı kurumadı. Acılarını yaşayan anaların,  ağlamaktan gözyaşları kurudu. Bu iş partiler üstüdür VATAN ve MİLLET meselesinde siyaset yapmayalım..

Yüreklerimizin yangınını kullanmalarına fırsat vermeyelim. Lütfen galeyana gelmeyelim. Kirli oyunlara alet olmayalım. Bizi sokaklara çekmeye çalışanların tuzağına düşmeyelim.

Çok açık belli olmuştur. Ülkemizi geri dönülmez bir iç savaşın içerisine çekmeye çalışıyorlar. Bizi bölmek için uğraşıyorlar.
TEHLİKE ÇANLARINI DUYMAYANLAR ..! UYANIN ARTIK..!

Metehan’ın dediği gibi; “Benden eyerimi isteyin vereyim, Atımı isteyin vereyim, Çadırımı isteyin vereyim, Fakat Vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin vermem.” Diyelim. Birleşelim. Bir yumruk olalım.

Bütün etnik unsurlar, bin yıldır kader birliği yapıyoruz. Birliğimizi, beraberliğimizi, dayanışmamızı güçlü tutalım.
BU SATILMIŞLARA, ŞER ODAKLARINA BİRLİKTE KARŞI DURALIM.

“Çanakkale ruhu” ile 40 yılın terörünü bitirelim.