20 Haziran 2016 Pazartesi

AB MACERAMIZ SÜRÜYOR.

AB MACERAMIZ SÜRÜYOR.

Son günlerde AB ÜYELİĞİ SÜRECİNDEKİ GELİŞMELER,  herkes gibi, benim de canımı çok sıkıyor. Üzülüyorum.

Bu serüven bugün başlamış değil;
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda uluslararası konjonktürdeki gelişmeleri yakından takip etmiş ve OECD, NATO gibi uluslararası örgütlenmelerin etkin bir üyesi olmuştur.

Bu doğrultuda, insanlık tarihinin en büyük barış projesi olarak nitelendirilen Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959'da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur.

Türkiye adına bu başvuruyu, dönemin Demokrat Parti lideri ve Başbakanı ADNAN MENDERES yapmıştır. Menderes, bu başvuruyla, Türkiye'nin Avrupa'ya ilk adımı attığını ifade etmiştir.

AET Bakanlar Konseyi, Türkiye'nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önermiştir. Söz konusu Anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Ankara Anlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin hukuki temelini oluşturmaktadır.

Anlaşma ‘ya imza atan dönemin Başbakanı İSMET İNÖNÜ, Avrupa Birliği'ni, "Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser" olarak tanımlamıştır.
Türkiye-AB ilişkilerinin dönüm noktası, 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki'de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'dir. Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığı resmen onaylanmış ve diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edilmiştir.

Helsinki Zirvesi'nde, diğer aday ülkeler için olduğu gibi Türkiye için de Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlanmasına karar verilmiştir.
Türkiye için hazırlanan ilk Katılım Ortaklığı Belgesi 8 Mart 2001 tarihinde AB Konseyi tarafından onaylanmıştır. Katılım Ortaklığı Belgesi'nde yer alan önceliklerin hayata geçirilmesine yönelik program takvimimizi içeren Ulusal Program, 19 Mart 2001 tarihinde Hükümetimiz tarafından onaylanarak Avrupa Komisyonu'na 26 Mart 2001 tarihinde tevdi edilmiştir.

3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg'da yapılan Hükümetler arası Konferans ile Türkiye resmen AB'ye katılım müzakerelerine başlamıştır.
Yine aynı gün bir basın toplantısı düzenlenerek Türkiye için Müzakere Çerçeve Belgesi yayımlanmıştır. Böylece, Türkiye ile AB arasındaki inişli çıkışlı ilişki, çok önemli bir dönüm noktasını aşarak yepyeni bir sürece girmiştir. Uyum paketleri, kanunlar, fasıllar mücadele devam ediyor.

Bu işin kronolojisi bu iken, İngiltere Başbakanı David Cameron, "BUGÜNKÜ İLERLEME HIZIYLA TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİĞİNİN 3.000 YILINI BULABİLECEĞİNİ” söylemiş.

Bu durumu açıklamak çok zor..!
Ayıp, gerçekten çok  ayıp..!
Bünyemizden çıkmış, her bakımdan  beşte birimiz etmeyecek , pek çok devlet, üye olmuşken, BİZE DUR deniliyor…

Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Güney Kıbrıs, Hırvatistan, Letonya, Litvanya,Macaristan,Malta,Romanya,Slovakya,Slovenya,Yunanistan üye olmuşlar.

Onların “kriterleri “tamam da bizim bir türlü  tamam değil…Pes doğrusu..

Geçenlerde bir hikaye okudum..
Yıl 2050;
AB Komisyonu Başkanı odasında otururken, yardımcısı içeriye heyecanla girer:
-Efendim, Türkiye tüm isteklerimizi yerine getirdi. Onları AB'ye alacak mıyız?
AB Başkanı:
-Yok, canım, henüz olmaz. Git, duyur, Tüm Türkiye İngilizce konuşacak, Türkçeyi yasaklıyorum.

-Efendim onu 5 sene önce yaptılar. Hatırlamıyor musunuz?

-O zaman söyle, kokoreç yasaklansın.

-Aman efendim, onu yemeyi 2005'te bıraktılar.

-Ya ne bileyim? Kınayı yasaklayın.

-Ooooo..! Beyefendi. Onu çoktan bıraktılar.

AB Başkanı düşünüp taşınmış ve;

-DAĞITIN LAN AVRUPA BİRLİĞİ’Nİ... Demiş.

Sizce bu işte bir tuhaflık yok mu?.

AB maceramız sürüyor. Onlar bizi içlerine almayacaklarını açık açık söylüyorlar.
Biz de girmemizin ülke menfaatine olduğunu bildiğimiz için, ısrar etmeye devam ediyoruz.

Yıllardır, Avrupa Birliği'ne girmek için uğraşıp duruyoruz. Son dönemde bu süreç biraz yavaşlamış olsa da, bir devlet politikası olarak Avrupa Birliği'ne girmek istemeye devam ediyoruz.
Biz, zile basıyoruz. İçeriden,” EVDE YOKUZ..!” diye ses geliyor. Güya inanıyoruz..

Bugün bir babayiğit çıksa da “AB” BAŞVURUSUNU GERİ ÇEKSE ve başka fırsatları araştırmaya başlasa, inanın onlar kapımıza kuyruk olurlar..!

Ancak içimizde birlik olamıyoruz. Hain bolluğu var.


BEREKET AYI, RAMAZAN


BEREKET AYI, RAMAZAN

Müslümanların rahmet ve bereket ayı olan Ramazan ayı geldi.

Unutulmaz kalabalık iftar sofralarının yaşandığı RAMAZAN AYI nda, insanlarımız saygılıdır.
Oruç tutanlar, huzurla ibadetlerini eda ederler. Yardımlaşma duyguları artar. Muhtaçlara, ramazan paketi dağıtımları yapılır. İftar davetleri, ramazan ayı süresince devam eder. Ramazan, gerçekten güzel geçer
Velhasıl herkeste manevi huzur ve sükûnet hâkim olur. Kentimiz, Ramazan ayında huzurlu bir şehir olur.

Lisesi müdürü olarak görevli olduğum dönemde, Aile birliği üyelerimizin çabaları ve destekleri ile yardım paketi dağıtımı yapılırdı.

Her ramazan ayında, önceden titiz bir araştırma ile tespit ettiğimiz öğrencilerimizin ev adreslerine bizzat gidilerek yardım paketi bırakılırdı. Bu vesile ile okulumuzun ekonomik sıkıntısı olan çocuklarına ulaşma imkânımız olurdu. Hem o haneye katkı vermiş olurduk. Aynı zamanda öğrenci, okula bağlanır motive olurdu.
Okulum beni destekledi. Evime kadar geldi. O halde karşılığında çok çalışıp sınıfımı geçmeliyim” diye değerlendirme yaparak ciddi bir motivasyon kazanırdı.

O günlere ait ilginç bir anımı sizinle paylaşayım,
Ramazan ayındaydık. Çift tedrisat eğitimde, akşam ezanından sonra 2 ders daha yapılıyordu. Öğlenci 16 sınıfta eğitim gören çocuklar ve öğretmenleri iftarda kantin önünde veya getirdikleri ile sınıflarda acele olarak iftar yapıyorlardı. O teneffüsü 20 dakika yapmıştım. Ramazan okulda güzel geçiyordu.

Her sene olduğu gibi gıda poşeti dağıtımı yapacaktık. Aile birliğimiz toplantı yaptı. Yardım fonu için görevlendirmeler yapıldı.
Esnaf ve imkânı olan ailelerin gönderdikleri gıda maddeleri erzaklar boş bir odada tasnif edildi.
Sıra üstlerine öbek öbek bırakılmış erzaklardan birer adet konulmak suretiyle yardım poşetleri hazırlandı.
Bir eve bir hafta yetecek erzak (çay,şeker,makarna,yağ,mercimek,kurufasulye,margarin,vb..) konuldu.

Akşama yakın zamanda erzaklar müsavi şekilde dağıtılmış torbalar dağıtıma hazır hale getirilmişti. Torbaların ağızları kapatılacağı anda, kapı açıldı. Arzu kasabın çırağı elinde 10 kilo kuşbaşı et olduğu halde içeri girdi.

Kasap çırağı;
-Bu eti size getirmemi istediler. Dedi. Et torbasını masaya bıraktı.
Orada bulunanlar şaşırdı. Hesapta yokken son anda et yardımı da gelmişti. İyi bir iş yaptığımızı duyan kasap ta kendiliğinden et göndermiş, diye sevindik.

Kasap çırağından, ricada bulundum.
-Patronuna selam söyle, çok güzel et göndermiş. Allah kabul etsin. Zahmet olmayacaksa bunları yarım kiloluk poşetlere ayırıp göndersin. Dedim.

Çırak bir müddet sonra yarımşar kiloluk 20 adet torbada kuşbaşı eti getirdi. Dağıtıma hazır torbalardan, birinci derecede muhtaç olduğunu düşündüğümüz 20 aileye gidecek poşetlere bu et paketlerini ilave ettik.
Torba dağıtımı yapacak velilerimiz, poşetleri ve listeleri alarak dağıtıma çıktılar. Bende müdür odasına geçtim.

Aradan çok zaman geçmedi. Kapı çalındı. Gelen, Edebiyat öğretmenimiz Mahmut Çetin ÖNCEL’Dİ. İçeri girdi.
Hocam buyurun. Dedim. Oturdu, bana;

- Müdür bey akşam okulda iftar yapacağız, sizi de aramızda görmek isteriz. Kimya laboratuvarında olacağız. Dedi.

-Davetinize teşekkür ederim. Memnuniyetle gelirim. Dedim.

Öğretmen Mahmut Çetin ÖNCEL odadan çıkmak üzere ayağa kalktı. Çıkarken geri döndü.

-Müdür bey, biz aramızda para topladık. Akşam için güveç yapacaktık. Ellerimle kuşbaşı etlerini hazırladım. Kasabın dolabına bıraktım. Okula geldim. Akşama doğru gönderirsiniz dedim. Et gelmedi. Kasaba gidip sordum. Müdür beye verdik dediler. Odanızda da bakınıyorum et torbasını göremiyorum. Acaba etler nerede, geç kaldık. Anca pişiririz. DEDİ.

EYVAH…!  BAK SEN YANLIŞLIĞA Kasabın hayır olsun diye gönderdiğini düşündüğüm etler meğer akşama öğretmenlerimizin  güvecine gelen etlermiş..

Mahcup oldum. Etler çoktan gideceği yere girmişti..!
Mahmut Hocama durumu anlattım. Hemen kasabı aradım.10 kilo kuşbaşı daha hazırlayarak acele göndermesini istedim. Mahmut beye;

-Hocam benim bu yardım paketlerine katkım olsun. Keşke önceden düşünüp ben alıp koysaydım. Herhalde bu yirmi haneye bu akşam et lazım olmuş. Vesile oldun. Bu bizim hayrımız olsun dedim.

Kasabın getirdiği et iftara yetişti. Sofrada oturanlar bu durumu öğrenmişler. Maliyetini paylaşma önerisinde bulundular. Ben kabul etmedim. Hayır, o bize nasip oldu. Dedim.

Ramazan, ruhun beslenmesi için, bedenin aç bırakıldığı aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek için, yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine tutunarak kendine doğru tırmanmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattır. Toplumun huzur ve saadeti toplumda birlik, beraberlik, paylaşma ve yardımlaşma ile gerçekleşir. Komşusu açken tok yatan kimse bizden değildir. “Diyen, Peygamber efendimiz (sav)’de komşu haklarına son derece önem verirdi. Komşularınızdan muhtaç olanları gözetelim.


RAMAZANINIZ MÜBAREK OLSUN. Kavga ve küslüklerin olmadığı, dostluğumuzun ve yardımlaşmalarımızın arttığı günler dilerim.

AİLECE KARNEMİZİ ALDIK

AİLECE KARNEMİZİ ALDIK

Baba, ortaokul 3. sınıfa giden oğlunun elinde karneyle salona girdiğini görür. "Allah Allah, dönem ne çabuk bitmiş..." diye düşünür. Oğluna seslenir.
-Getir bakalım şu karneyi
-Al baba
Adam bir bakar ki, beden eğitimi ve resim dışındaki tüm dersler zayıf, Baba:
-Bir dediğini iki etmiyoruz, bilgisayar dedin, bilgisayar aldık, İngilizce kursu dedin. İngilizce kursuna gönderdik, gitar kursu, müzik aletleri ne istersen yapıyoruz. Kız arkadaş uğruna harcadığın çiçek parasının haddi hesabı yok. Ne bu notların hali rezil şey!
Çocuk:
-Baba o benim karnem değil ki, senin kitaplarını karıştırıyordum, birinin arasında karnelerinin birisini bulmuştum..."

TATİL ZİLİ ÇALIYOR..!
Okullarda "Tatil zili" cuma günü çaldı!
Okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde eğitim gören 17 milyon 588 bin 958 öğrenci, karnelerini aldı.

ASLINDA GELEN KARNE AİLEMİZİNDİR. Karıkoca ilişkileri, anne baba sorumlulukları ve okul işbirliği ortalama durum karneye yansımıştır. Önce bu böyle bilinsin..

Okulların kapanmasıyla birlikte uzun bir tatile çıkan çocuklar için yaz her ne kadar keyif demekse de çocuğunun boş zamanını nasıl daha etkin kullanacağını bilemeyen pek çok anne-baba yaptıkları klasik hatalarla yaz tatilini verimsiz hale getiriyor.

Anne babalar, çocukları için yaz tatilinde neler yapabilirim kaygısı duyuyor. Gerçekten de kaygılarında haksız değiller.

Yaz tatili için güven duyacağı yardım alabileceği çok fazla kurum da yok… Anne babalar çalıştığı için çocuklarımız tatilde boşta kalıyorlar.
Herkes kendine göre tedbirler alıyor. Kimi dedelere, ninelere emanet ediyor. Kimileri spor kulüplerine, kimileri de etüt merkezlerine…

Bizim zamanımızda olsa kolaydı..!
Baba çevrede esnaf dostları ile irtibata geçer. Durumu uygun olan bir ustanın yanında  cep harçlığı ile çocuğunu çırak olarak göreve başlatırdı.

Çocuğu berduş olamasın, okula gitmediği için sokaklarda boş boş gezmesin diye aldığı tedbirdir. Böylece anne babanın gözü arkada kalmazdı...

Çocuklar; esnaf sokağında kendisi gibi kısa süreli geçici çıraklarla beraber 3 ay geçirirdi.
İleride kendisine ne kadar yarayacağını bilmediği bir meslek dalında ucuz işçi olarak 3 ay çalışıp, dışarıda hayatın zorluklarını burnu sürtülerek öğrenirdi.
Kimsenin de pedagoji psikoloji kaygısı yoktu. Zaten bu konular da yanında çalıştığı ustaya emanetti.

Ben, kahvede garsonluk, fırında pasa taşıyıcılığı, ekmek dağıtımı, marangozda, demirci dükkânında çıraklık, restoranda garsonluk yaparak çocukluğumun yaz tatillerini değerlendirmiş kişiyim.

Bugün ANNE BABALAR böyle bir yaz tatili programı yapmazlar. Yapmalarını öneren olursa da kimse dikkate bile almaz…

Bu sayfada yazı yazan, eğitimden anladığını söyleyen bir kişi olarak, TATİLE GİREN ÇOCUKLARIN anne ve babalarına söyleyeceklerim var.
Maddeler halinde tavsiyelerimi yazıyorum.

1.Çocukların çoğu zaman darlığı, imkân kısıtlılığı nedeniyle okul döneminde birçok şeyi erteler. Özellikle gitmek isteyip de gidemediğiniz bir gezi alanı, ailece yapmak isteyip de yapamadığınız bir aktivite varsa bunları yapabilirsiniz.

2.Karnede zayıf dersler, varsa bunların nedenlerini araştırın, yapılacak en faydalı iş, bu dersin başarılamamış olmasının nedenlerini araştırmaktır.

3.Yaz tatili çocukların kitabı sevmelerini sağlamak için çok uygun bir dönemdir. Beraber kitapçıya gidin ve kendi isteğine uygun kitap seçmesine izin verin, aynı zamanda siz de kendinize kitap alın ve onun önünde siz de kendi kitabınızı okuyun ve bunun size verdiği keyfi çocuğunuzla paylaşın.

4.Yaz boyunca imkânlarınız dâhilinde çocuğunuzun yüzme, tenis, basketbol gibi açık havada da yapabileceği bir spor yapmasını sağlayabilirsiniz.

5.Tatil demek sınırsız televizyon bilgisayar demek değildir! Televizyon ve bilgisayar süreleri yine aşırıya kaçmadan kontrol altında devam ettirilmelidir.

6.Çocuklar yaz tatilinde günlerinin bir kısmını da okulla ilgili çalışmalara ayırmalıdır.

ANNELER! BABALAR! SİZ SİZ OLUN. HATA YAPMAYIN. 3 AY AZ ZAMAN DEĞİL BOŞA GEÇMESİN.
Çocuklarınızın eğitimi önemlidir..
Okul da, sokak ta vasıtadır.
KİMSE SİZİN KADAR SORUMLULUK ALMAZ…



6 Mayıs 2016 Cuma

ANNELER GÜNÜ





ANNELER GÜNÜ
Anneler Günü her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar günü kutlanır. Önümüzdeki Pazar( 8 Mayıs 2016 Pazar) günü ”ANNELER GÜNÜ dür. Şimdiden kutlu olsun.
ABD'de Anna Jarvis'in kaybettiği kendi annesi için 1908 yılında başlattığı anma günü, 1914 yılında Kongrenin onayıyla Amerika çapında genişledi. Dünyanın pek çok ülkesinde kutlanmaktadır.
Özünde dinî ağırlıklı ve duygusal bir anma, bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya çalışan herkese karşı tek tek hukuki savaş açtı. Ne yazık ki davaların hepsini kaybetti. Bu süreçte bütün gelirlerini, hatta ailesinden kalan evini bile kaybetti. Anna Jarvis 1948′de, 84 yaşındayken hayata veda etti.
Her ne kadar ticari tarafı öne çıksa da ANNELERİMİZ bu sebeple yoğun şekilde anılmaktadır.
HAZRETİ DAVUD ALEYHİSSELÂM ZAMANINDA İKİ KADIN;
Çocuklarını bir ağacın altına bırakmışlar, kendileri de beraber tarlada iş yapıyorlardı.
Biraz sonra ağacın altındaki çocuklardan birini, kurt kaptığını gördüler. Koşarak ağacın dibine varan kadınlardan her ikisi de orada kalan çocuğa sahip çıkıyor, ikisi de birbirine,
 “senin çocuğunu kurt kaptı bu kalan çocuk, benim” diyorlardı.

Aralarında anlaşamayıp, meseleyi halletmesi için Hazreti Davud'un (a.s.) huzuruna çıkmaya karar verdiler. Kadınlardan birisi çocuğu kucağına almış, öbürü de onun yanında Hazreti Davud'un huzuruna çıkıp meselelerini anlattılar... Davud aleyhisselâm, çocuksuz kadına:

-Bu kadının kucağındaki çocuk benim diyorsun. Bana bir şahit bulabilir misin? Diye sordu.

Kadıncağız:

-Bulamam, Ya Davud! Çünkü orada yanımızda kimsecikler yoktu. Fakat ben iyi biliyorum ki çocuk benimdir. Bu benden evvel varıp benim çocuğumu aldı. Dedi.

Davud aleyhisselâm, kadına:

-Şahit bulamayacağına göre, ben bu kadından çocuğu alıp da sana veremem... Çünkü o da, senin kadar çocuğun kendisinin olduğunu iddia ediyor. Diye kadınları salıverdi.

Kadınlardan biri mahzun, birisi mesrur olduğu halde Süleyman aleyhisselâm'a rastladılar. Süleyman aleyhisselâm kadınlara, dertlerinin ne olduğunu sordu:
Kadınlar, vaziyeti bir de Süleyman aleyhisselâma anlattılar.
Süleyman aleyhisselâm her iki kadın arasında çocuğu taksim etmekten başka çare bulamamıştı. Hemen,
-Cellât! Bu kadınların her ikisi de çocuk benim diyor. Çocuğu ortadan kes de taksim edelim. Dedi.

Çocuk kucağında olan kadın, buna razı olmuştu.

- Kabul, kesin ortasından benim hakkımı bana verin. Dedi.

Fakat çocuğun esas sahibi olan kadın, evlâdının gözleri önünde kesilmesine tahammül edemedi. Süleyman aleyhisselâm'a yalvarmaya başladı:    .

-Aman yavrumu kesmeyin. Ben razıyım çocuk onda kalsın. Yeter ki sağ kalsın. Diyordu.

Böylece Süleyman aleyhisselâm, çocuğun asıl anasının kim olduğunu anlamıştı... Çocuğu anasına teslim etti.

Analık bütün dinlerin kutsadığı yüce bir makamdır. Bizim dinimizde gerek ayetler gerekse hadislerde annelerimiz için çok sayıda emir ve tavsiyeler vardır. Cennetin anaların ayağının altında olduğu bildirilerek, öf bile demeden daima saygı ve muhabbetle davranmamız emredilmektedir.
BİR GÜN DEĞİL HER GÜN ANNELER GÜNÜDÜR.

Allah-u Teâla Kur’an-ı Kerim’de:
“Rabbin ondan başkasına ibadet etmemenizi ve anne babaya iyilik etmenizi emretmiştir. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara öf bile deme; onları azarlama onlara güzel söz söyle; onlara rahmet ve şefkat dolu tevazu kanadını ger. Onlara alçak gönüllü ve şefkatli davran ve onlar hakkında dua edip şöyle de: Ey Rabbim, bunlar küçükken beni nasıl yetiştirip büyüttülerse, sen de onlara merhamet et, acı…”
Buyurmuştur.

“Dünyada öğretilen bütün bilgilerin hiçbiri, bize bir ananın bakışının bir kelimesinin verdiği şeyi vermeye muktedir değildir.”
Öncelikle annemin, 4 ay önce anne olan kızımın ve bütün annelerin ANNELER GÜNÜNÜ kutluyorum…

29 Mart 2016 Salı





 MEKTEP MÜSAMERELERİ 



Elektriği, şebeke suyu olmayan bir köyden, ilkokulun 2. Sınıfında şehir merkezine taşındık. Köken olarak kafkas göçmeni çerkes bir ailenin çocuğuyum.

O zamanlar yaşlılarımız iyi Türkçe konuşamazdı. Bu nedenle sokakta, evde İletişimimiz adige dili Şapsığ aksanı ile oluyordu.
Köy ilkokulunda bir yıl okudum. Öğrenci ve öğretmen de çerkes olduğu için meramımızı ifade edebileceğim kadar Türkçe konuşabiliyordum. Meğer öyle değilmiş. Konuştuğumu sanıyormuşum.

Şehirdeki okulumda ilk gün, adeta bir kâbustu…
Öğretmen, beni 2/A sınıfına takdim ederken sınıftaki öğrencilerin pek çoğu güldü. Konuşulanları anlamıyordum. Bu sebeple etrafımda söylenenleri meraklı ve ürkek bakışlarla takip ediyordum.
Konya’dan benim gibi gelmiş Ahmet ile ikimizi en arka sıraya oturttu. Ahmet uzun boylu konuşma güçlüğü çeken bir arkadaştı. Yılsonuna kadar ikimiz sınıfın sağ arka sırasında birlikte oturduk.

Ben Türkçe konuşmakta güçlük çekiyordum. Onunda algı sorunu ve öğrenme güçlüğü vardı. Teknik tabirle ikimiz de sorunluyduk…

BİZİ ANLAYAN, ARAYAN, SORAN VE BİZE YOL GÖSTEREN OLMADI. Öğretmenimiz, sınıfın çalışkanları ile meşguldü. Ahmet arkadaşım ve beni ders namına hiçbir konuda ayağa kaldırmadı. Lakin haftada birkaç kez, kara tahtanın sağ cenahındaki çöp tenekesinin önünde tek ayak bekleterek, bizi de unutmadığını gösteriyordu.

O yıl sınıfta kaldık. Keşke sadece sınıfta kalsaydık. Hayattan da kaldık.

Köyde iken herkesin gıpta ile gördüğü şen şakrak esprili bir çocukken, teneffüse çıkamayan pısırık, korkak kimseyle iletişim kuramayan biri olmuştum. Tek arkadaşım Ahmet’ti ama ben de onu hiç anlayamıyordum.
Ertesi yıllar değişmedi. Konuşmayı öğrenmiştim. Ancak konuşacak bir şey bulamıyordum.
Başarısız, çok kötü ilkokul dönemi geçirdim. Ortaokulda başaramayacağım için, demirci dükkânına çırak olarak yerleştirildim. Ahmet te ilkokulu bitiremeden kiremit ocağında çalışmaya başladı. Hayatı, orada geçti..

Daha sonra çevre baskısı ile sanayiden alınarak ortaokula gönderildim. Lakin durum değişmedi. Maalesef, başarısızlık yakamı bırakmıyordu. Zar zor sınıf geçerek 3. Sınıfa gelebildim.
Birinci dönem ortasıydı, Türkçe öğretmenim dersten sonra seninle görüşelim dediğinde çok korkmuştum. Yine ne oldu diye endişelendim.
Çok şaşırdığım bir şey oldu. İlk kez bana bir görev verildi. Belki de görev verilecek son kişiye, Sesi soluğu çıkmayan, derse katılmayan bana,  OKUL GECESİNDE GÖREV VERİLDİ.

Tebeşir almaya müdür yardımcılarımızın odasına gitmeye korkardım. Okulda pek çok kişi beni tanımazdı. Adımı söyleyerek “İbrahim ayağa kalk..!” Diyen öğretmenim olduysa da ben bilmiyorum.”421 ayağa kalk “ ”sen söyle” den başka, bir şey hatırlamıyorum.
Türkçe öğretmenim üşenmeden yılmadan günlerce benimle uğraştı. Boş sınıfta sıranın üstüne çıkarırdı. Sahne, diksiyon, mimik, jest konusunda destek verdi. “İngiliz kumaşı” adlı monolog komediyi her şeyiyle sahneye hazırladık.

Mektep müsameresi” günü geldi. Okul müdürümüz ve ekibi, okul öğretmenleri eşleri en önde oturuyordu. Salon tıklım tıklımdı.

Oyun arasındaki dekor değişikliği yapılırken perde önünde monoloğumu söylemek üzere sahneye çıktığımda, anlatamayacağım duygu yoğunluğu içine girdim.
Şaşkınlık içinde sağa sola yürümelerimi rol zanneden seyirciler alkışlıyorlardı. Daha çok etkilendim. Seyirci içine inen merdivenlerden kaçarak çıkmak istedim. Tempolu alkış salonu inletiyordu. Koktum geri döndüm. Sahneye çıktım perdenin aralık yerini bulsam oradan kaçmayı düşündüm. Perdeyi boydan boya takip ettim.

Öğretmenim perde arkasından, telaş içinde korkumu giderecek destek konuşmaları yaptı. Seyirci bu davranışlarımı rol zannederek daha çok alkışlıyordu. Öğretmenim, sufle vererek rol metnini hatırlattı.
Konuya girdim. Alkış aldıkça metin dışına çıkarak sahneyi turluyordum. Çok hoşlandım. Hayatımda ilk kez takdir görüyordum. İçeriye döndüğümde öğretmenim kucakladı. Defalarca yanaklarımdan öptü.

Pazartesi sabah istiklal marşı töreninde, okul müdürü adımı söyledi. Kürsüye çıkardı. Bu adamı alkışlayın dedi. Derste öğretmenler sınıf defterindeki, listeye bakmadan 421 demeden doğrudan İBRAHİM dediler…
Ben o günden sonra kaybettiğim yılların telafisi için gece gündüz çalıştım. Kaybolan yıllarımı geri getiremedim. Ancak okudum.
Okulumuzda yatılı Öğretmen okulunu kazanan üç kişiden biri oldum. Hayat başarım 180 derece yön değiştirdi.2 üniversite okudum. Başarılı bir mesleki dönem geçirdim.

Daha doğru bir dünya istiyorsak, çocuklarımızın geleceğini güvence altına almayı düşünüyorsak, tiyatronun eğitsel ve toplumsal katkısını aklımızdan çıkarmamalıyız.

MEKTEP MÜSAMERELERİ; Çocuklarımıza dayanışmayı öğretir. Düşünceyi eyleme sokma yeteneğini geliştirir. Düşünerek, yorumlayarak okumayı öğretir. Topluluk içinde konuşmayı öğretir. Doğru ve güzel konuşmayı sağlar. Estetik algılama yeteneğini geliştirir. Çeşitli sanat dallarıyla ilgiyi sağlar. Toplum yaşamı için gerekli olan sorumluluk duygusunu sağlar. Toplumun, kişiliği ezmesini önler. Çocuğun elini, kolunu kullanmasını denetim altına alır.

Tiyatronun gücünü anlatmak için hikayemi size anlattım. Sayın  müdürler, öğretmenler, anlı şanlı hızlı test çözücü hocalar…!
Sizlere yalvarıyorum… “OKULLARI TEST ÇÖZEN, TOST YEDİREN, ROBOT YETİŞTİREN konumdan kurtarın..!
Siz de müsamerelerin gücüne inanın. , Okullarımızı, çocukların severek koşarak geldiği mekanlara dönüştürün.
Biliyorsunuzdur da bir de ben söyleyeyim. Dedim.

Not:27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü münasebetiyle, yazar, yönetmen, oyuncu, dublör, perdeci ışıkçı makyöz, dekorcu, kostümcü suflör, sahne arkası, sahne önü isimsiz görevlileri ve de TİYATROYA GÖNÜL VEREN, severek seyreden alkışlayan insanları bu vesile ile saygılarımla selamlıyorum                                                                            


25 Mart 2016 Cuma

“GÜNEŞİMİ KAPATMAYIN"

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu İlk kez, 1974 yılında Ankara’da gördüm. Ali Batman ağabeyimiz ile beraber oturuyordu. Kendinden emin, Vakur ve tane tane açık ve anlaşılır konuşmaları ile kendisinden çok etkilenmiştim. Sonraki yıllarda birkaç kez daha kendisini dinleme imkânım olmuştu. Abant kenarında yapılan piknikteki coşku ve enerji dolu hali unutmadığım hatıramdır.

25 Mart 2009 tarihinde, içinde merhum BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte 6 kişinin hayatını kaybettiği helikopter kazasının ardından7 yıl geçti… Kaza hâlâ aydınlatılmış değil.

Allah rahmet etsin… Mekânı cennet olsun…

MUHSİN : "iyilik eden, iyi davranan, iyi ameller işleyen ve yaptığını iyi yapan kimse"  demektir. Yazıcıoğlu da ismi ile müsemma gibi öyle bir insandı. Balıkesir ‘e onlarca kez geldi.1980 den sonra o zor şartlarda dostlarını yol arkadaşlarını hiç bırakmadı.

Kahramanmaraş'tan Yozgat'a giderken geçirdiği helikopter kazası sonucu hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatı siyasi mücadeleler ile geçmiştir.29 Mart seçim çalışmaları için "Devletten yardım alamadıkları için helikopter kiralamıştı.Heyecanla ve azimle seçim çalışmalarını yürütüyordu..Malum kaza oldu…Hala nasıl olduğunun açıklanamaması çok manidar.15.03’te düşen helikopterin enkazına 48 saat boyunca ulaşılamadı. Hava şartları vesaire..Ben tatmin olamıyorum..Muhsin YAZUCIOĞLU neden öldü …Umarım çok geçmeden öğrenebiliriz.

Aradan geçen bunca zamanda olayın kaza mı yoksa suikast mı olduğu hâlâ aydınlatılabilmiş değil. Üstelik cevabı aranan onlarca soru var.

Silinen radar kayıtları, helikopterin beyni denen cihazların enkazdan kaybolması, bu cihazları söken askerlerin görüntülerinin yayınlanması, Merhum Yazıcıoğlu ve 5 kişinin kanında yüksek miktarda zehirli gaz bulunması gibi kafa karıştıran bir sürü ayrıntı var. Ülkemiz için çok önemli bir kayıptır. Genç dinamik dava adamı Muhsin Yazıcıoğlu ülkemiz için çok önemli insandı. Yapacağı çok şey daha vardı.

Muhsin Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas'ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü'nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla'da yaptı. Yüksek öğrenimini yapmak üzere 1972'de Ankara'ya geldi. Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi'nde tamamladı. 1978'de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği'nin kurucu Genel Başkanı oldu. 1980 yılına kadar MHP'de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu.

12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak Cezaevi'nde kalan Muhsin Yazıcıoğlu, 7,5 yıl cezaevinde kaldığı bu davadan herhangi bir ceza almadı.

Cezaevinden çıktıktan sonra, Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı'nın başkanlığını yaptı.1987'de arkadaşları ile birlikte MÇP'de siyasete girdi. MÇP'de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.

1991 genel seçimlerinde üç partinin oluşturduğu ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis'e taşıyacak” sloganıyla, Sivas'tan milletvekili seçildi.

29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına seçildi.24 Aralık 1995'te yapılan erken genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak, yeniden meclise girdi. 26 Nisan 1998'de yapılan 3. Büyük Kurultay’da BBP Genel Başkanlığına seçilmiştir.

22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde 23. dönem milletvekilliğine seçilmiştir. TBMM'de Büyük Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak BBP'yi Meclis'te temsil etmiştir..
Muhsin YAZICIOĞLU, evli ve iki çocuk babasıydı..

Son derece fedakâr, samimi, dürüst, küçük hesaplar peşinde koşmayan, imaj devri iddialarına aldırmayan, inandığını söyleyen, bildiğinin peşinde giden bir siyaset adamı Muhsin Yazıcıoğlu; Fırtınalı bir hayat yaşadı, pes etmedi. Hapse atıldı, üşüdü. Doğru bildiğinden dönmedi. Zor zamanlarda dik durdu. Ders aldı, ders verdi. En çok ihtiyaç duyulduğunda vefa gösterdi. Kalabalıklar içinde yalnız yürüdü; ama küsmedi.

KARA BULUTLAR ANSIZIN GÜNEŞİNİ KAPATINCA, ‘SONSUZLUĞUN SAHİBİ’NE ULAŞTI. O SON REİS’Tİ. O MUHSİN YAZICIOĞLU’YDU.

 (Bakara, 2/112) Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Kur'ân-ı Kerim » 3 / ÂLİ İMRÂN - 169 “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.”


23 Mart 2016 Çarşamba

“MALABURO”

“MALABURO”

1980 12 Eylül öncesinde BAZI ÜNİVERSİTE HOCALARIMIZ, cübbelerini giyerek, sebepli sebepsiz protesto yürüyüşleri yaparlardı. Haber bültenlerinde görürdük. Gözlerinden de hiçbir şey kaçmazdı. En küçük meselede duyarlı davranarak memlekete ayar vermek için toplanırlardı.
Ağır adımlarla sokaklarda yürüyüşlerini hiç unutmuyorum.
Kenan Evren Paşa “düdük çalınca”, yürüyüşlerini göremez olduk.

Bu gün de değişen bir şey yok… Keşke, aynaya bakarak nefis muhasebesi yapsalar…
(Yapmadıkları belli)
Dünya sıralamalarında adımızın olmayışına hayıflanan yok.
Patentli ürün icadında neredeyse en sondan birinciyiz. Bunun için kaygı duyan da yok. Bilimsel akademik yayın sıralamasında nerede olduğumuzu söylemek istemem.

HALKIMIZ ÖYLE DEĞİL, İnsanımız memleket için bir şeyler üretmek, yeni bir şey icat etmek için yaratılmış gibidir. Her zaman cahil haliyle bir icat peşinde koşar.

Sizin de çevrenizde bildiğiniz duyduğunuz bu tip kişiler, mutlaka vardır. Pek çoğu itibar görmemiştir. Anadolu coğrafyasında değer görmemiş çok sayıda mucit olduğundan eminim.

Bir zamanlar birlikte çalıştığım, Adilcevaz’lı İzzet Birol’un babası da böyle mucit bir adamdı. Kardeşi Adilcevazlı baston ustası Cumali Birol'un yaptığı gümüş, yakut ve zümrüt işlemeli bastonlar çok meşhurdur.

Yörede herkes “MALABURO” takma adıyla tanırmış, asıl adı Mehmet BİROL dur. 1924 Adilcevaz doğumludur. İlkokul mezunudur. Sırasıyla marangozluk, kaynakçılık, değirmencilik ve baston imalatı yapmıştır. Van gölünde kendi yaptığı teknesi vardır.

1998 Yılında Ceviz Dergisi'nin Mehmet Birol (Malaburo) ile yaptığı röportajı okudum. Mehmet amca şöyle anlatmış;

 “Ben Doğu Anadolu da ilk motorlu makineyi yaparak bulgur öğüttüm. Buluşumun ismi Birol Kabuk soyma makinesidir. Bu makineyi birçok denemeden geçirdim. 1968’de motorlu olarak çalıştırmaya başladım. Plan ve projelerim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından tasdik edilerek 1974’de ihtira beratını aldım. Makinem yurt çapında buğday-bulgur üzerinde kabuğu 8 saniyede kırmadan sıyırabilmektedir.
Düğme makinesini 35 denemeden sonra yapabildim.1974 senesinde3 patent aldım.
1962 yılında aynı motorla bir helikopter yaptım. Onu yere halatlarla bağlayarak uçurdum. O dönemde Eskişehir Uçak fabrikalarına bu buluşumla ilgili müracaat yaptım. Fakat herhangi bir cevap alamadım. En son başvurumda Kaymakamlık kanalıyla tahsilim soruldu. İlkokul mezunu olduğum öğrenilince bir daha beni arayıp soran olmadı.”

“Malaburo” ile ilgili anlatılanlar çok. Memleketin her vilayetinde çok sayıda” malaburolar” kıymet görmediği için sefalet içinde yok olup gitmiştir.

Üniversitelerimizin sayısı arttı. Memnun olduk. Hatta gurur da duyduk. Lakin icadı olmayan, buluşu olmayan araştırma yapmayan yüksek liselerden farkı kalmadı.

Ders ücretleri ile yaşam standardını yüksek tutmak isteyen hocalar, ARGE için ne kaynak ne de zaman bulabiliyor.

Türk Patent Enstitüsü tarafından yayınlanan İstatistikler incelendiğinde, Türkiye’de verilen ulusal patent sayısı toplamının 1981 ila 2004 yıllarını kapsayan dönemde her yıl 80 sayısının altında kaldığını göstermektedir.

Türkiye, Çin, Güney Kore ve Japonya’daki Patent sayıları karşılaştırıldığında, Türkiye’nin patent sayıları açısından ne kadar gerilerde olduğu görülmektedir.

Çin’deki yıllık ulusal patent başvuru sayıları 2000 yılında 25592 iken 2003 yılında 56769 ve verilen ulusal patent sayıları ise 2000 yılında 6475 iken 2003 yılında 11404 olmuştur.

Aynı dönemde Türkiye’deki sayılar; başvurularda (266 ve 465) üç rakamlı ve verilen patentlerde (21 – 79) iki rakamlı olup aradaki fark çok fazladır.

BÜYÜK HARFLE YAZAYIM..!
Verilen patent; 2003 yılında ÇİN DE 11 404,TÜRKİYE’DE sadece 79 dur.

Türkiye, Dünyanın en büyük ekonomileri arasında 18'inci sırada yer alıyor. Dünyadaki ilk yüz üniversitede adımız yok… Üniversitelerimiz üretemiyor mu? Ne zaman bir icatları olacak ta biz de gurur duyacağız… Aziz Sancar hocamız gibi, NOBEL ÖDÜLÜ haberlerini bekliyoruz.
Bilimsel çalışma dışında her şeye duyarlı bazı akademisyenlerimiz coşku içinde, gözleri sokakta olan bitene takılı…
HOCALARIMIZIN İMZALARINI, TERÖR BİLDİRİLERİNDE DEĞİL, Keşifler, bilimsel teoriler, matematik metotları, tedavi usulleri, bilimsel buluşlar ve patent belgelerinde görmek isterdik…

Memleketin siyasi, içtimai konularındaki hassasiyetlerini, uzmanlık alanlarındaki işlerde de göstermelerini beklerdik…

SOSYAL BOZULMA

SOSYAL BOZULMA
Günümüzdeki en önemli sorun, toplumun temelini oluşturan sosyal yapılardaki bozulmadır.
TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ DEĞİŞİK ŞEKİLLERDE KENDİNİ GÖSTERMEKTEDİR. Dağılmış aileler, boşanmalardaki artış ve gayrimeşru çocuklar aile kurumundaki tahribatın doğal sonucudur.
Stres, huzursuzluk, mutsuzluk, endişe ve kaos pek çok insanın hayatını adeta bir kabusa dönüştürmektedir.
Manevi boşluk içindeki insanlar, bunalımlarına çare ararken alkol ve uyuşturucu bataklığına düşmekte veya karanlık yollara girmektedir.

Geçenlerde bir dostum mesaj olarak göndermiş, okudum. Gerçekten etkilenmemek mümkün değil her satırına katılıyorum…

 “Evden ayrılırken geride kalanlara, Allaha ısmarladık, Allah'a emanet olun! Derdik.
 Şimdi; Haydi ben kaçtım, bay bay.! Hadi öptüm! Der olduk...

İşe gidenlere; Allah işini rast getirsin! Derdik, Şimdi; Bol kazançlar! Der olduk.

Şaşırdığımızda; Suphanallah! Derdik. Şimdi ise; Vaaavvv!  Der olduk.
Sevindiğimizde; Elhamdülillah! Derdik. Şimdi ise; Olleeeyyy! Der olduk.

Başımıza bir musibet geldiğinde; Allah’ın dediği olur! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
(Biz Allah'tan geldik, yine O'na döneceğiz) derdik.
Şimdi ise; Hay aksi, bu da nereden çıktı. Bittim, mahvoldum! Der olduk.

Bize iyilik yapana da; Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin! Diye dua ederdik. Şimdi de; Sağ ol! Mersi. Diyoruz.

Bir işle uğraşanlara da; Allah kolaylık versin! Derdik. Şimdi ise; Kolay gelsin! Der olduk.
Yeni evlenenlere de; Allah bir yastıkta kocatsın! Derdik. Şimdi ise; Mutluluklar! Der olduk.

Sınava girecek olanlara; Allah zihin açıklığı versin! Diye dua edilirdi. Şimdilerde ise; Başarılar! Deniliyor.

Geleceğe dair planlar yapılırken; İnşallah, Allah izin verirse, Allah kısmet ederse! Derdik. Şimdilerde de; Sanki gelecek bizim elimizdeymiş gibi fütursuzca konuşur olduk.
Umarım, tahminim o ki, gibi ne olduğu belirsiz ifadeler kullanır olduk.

Günah işlediğini gördüğümüz kimselere; Allah ıslah etsin, Allah affetsin, Allah hidayet etsin! Derdik. Şimdi lanet okur, beddua okur olduk.

Kötü bir şeyden bahsederken; Allah korusun, Allah esirgesin! Derdik, Şimdilerde; Kapa şu şom ağzını! Der olduk.

Sözlerimizden ALLAH kelimesinin çekilmesi, bir zaman sonra hayatımızdan da bereketin kaybolmasına yol açtı. Şimdilerde mutluluğu Allah’tan başka şeylerde arar olduk,
Lakin beyhude! Ne diyelim? ALLAH sonumuzu hayreylesin!”

İnsanımızın deformasyonu için yüzlerce farklı örnek verebilirim.
İnsanlar çabuk sinirleniyorlar. Küs olanlar, dargınlar çoğalıyor. Maalesef, boşanmalar artıyor.
Birbirimizi dinlemiyoruz. Duymak istediklerimizi söylemeyenlerle çatışıyoruz.

Trafikte seyir halinde gördüklerimiz. Mahkemelerdeki artan dosyalar,  gergin bir toplum olduğumuzu belgeliyor.
Görünen o ki, tahammül gücümüz azaldı…
Benim tespitim budur. En küçük bir olumsuzluk, beklenmedik tepki ile karşılanıyor.
Televizyonlarda tartışma programlarının reytingleri kavga olursa artıyor. Dizi filmlerde, çatışma sahneleri ve kavgaların olduğu sahne sayısı arttıkça, izleyenlerin sayısı artıyor.

BİZE NE OLUYOR. NEDEN BÖYLE OLDUK.
Neden siyasilerimiz her gün kavga ediyor.! Neden Bize örnek olması gereken, ülkeyi yönetmeye aday kimselerin her akşam çatışmalarını seyrediyoruz.

Süt neyse kaymağı odur. Milletimize bir şeyler oldu. Kavgayı, çatışmayı izlemekten hoşlanıyoruz. Böyle olunca da içimizden çıkan vekillerimiz, siyasilerimiz, yöneticilerimiz de aynen bizim gibi oluyor. Okumayı ve araştırma yapmayı sevmiyoruz. Tahammül gücümüz azalmış, sabırsız olmuşuz…

HAYIR..! BU GİDİŞ YANLIŞTIR ..
En kısa zamanda farkına varıp özümüze dönmeliyiz. Eğitim sisteminde bir yanlışlık mı var gözden geçirmeliyiz! Özümüzü kaybedersek vatanımızı kaybederiz. İnsanlığımızı kaybederiz.

BİLGE KAĞANIN sözü bugün için lazımmış..!
“Ey Türk, üstte gök delinmedikçe, altta yer yarılmadıkça senin ilini ve töreni kim Bozabilir. EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN.”