5 Ağustos 2009 Çarşamba

ANAOKULUNA GİTMEK İSTEMEYEM ÇOCUĞA NASIL YARDIMCI OLUNABİLİR

ANAOKULUNA GITMEK ISTEMEYEN ÇOCUGA
NASIL YARDIMCI OLUNABILIR ?

Anaokuluna gitmek istemeyen çocuk genellikle kuralsiz ve özgür ortamda, diledigi gibi yaşamini sürdürmeyi yegleyen çocuktur. Çocuk merkezli ev ortaminda ilkeler ortaya kesin hatlariyla konmadigi zaman kurumdaki ögle uykusu ve yemek çocuk için göze batan, rahatsiz edici unsurlar olmaya başlar. Çogunlukla koruyucu ve aşiri hoşgörülü ( gevşek ) aile ortamlarindan gelen çocugun okul çevresinde kaygisi artar. Çocuk evdeki kuralsiz dünyasinda büyükannesine herşeyi yaptirabilmektedir. Düzenini de bozmak istememektedir.
Çocugun anaokulunu reddetmesi halinde, ana-baba, büyükanne ve büyükbabadan herhangi birinin çocuktan yana tutumu ona güç verir ve tepkisi büyür. Oysa çocugun katildigi ilk sosyal kuruma uyumu önemlidir. Okula gidişinin tüm aile üyelerince desteklenmesi beklenir. Burada önemli ölçütlerden birincisi, çocugun kurumda ana-babanin yaninda arkadaşlariyla oynayabilmesi, ikincisi ise, ana-baba kurumdan ayrildiginda aglamayi kesip oyun faaliyetine girebilmesidir. Bunlarin gerçekleşmesi halinde, çocuk kuruma uyum konusunda zorlanmalidir.
Bu amaçla ailenin tüm bireyleri, çocugun kuruma gitmesi konusunda görüş birligi içinde olmalidir. Çocuk servise ya da anaokuluna, bagimli olmadigi ebeveyni tarafindan götürülmeli, okula gitme konusunda hiçbir şekilde ödün verilmemelidir. Uyum konusunda zorlanan çocuk için çeşitli yöntemler uygulanabilir. Örnegin ebeveyn çocuktan kademeli uzaklaşma yolunu seçebilir. Birinci gün salonda, ikinci gün bahçede kalan anne, üçüncü gün öglen yemegine ugramakla yetinebilir. Ancak ebeveynin kurumdan ayrilmasindan sonra aglamani gün boyu devami ve çocugun fizyolojik zarar görmesi, kilo kaybi halinde bir uzman çocuk psikologuna başvurulmalidir.


IYI BIR OKUL ÖNCESI KURUMU NASIL OLMALIDIR ?

Ana-babanin okul öncesi çocugunu teslim edecegi okul öncesi kurumla ilgili olarak en önemli sorumlulugu, çocugu için seçecegi bu kurumun niteliklerini titizslikle inecelemeye başlar. Iyi bir okul öncesi kurum, havadar, aydinlik ve çocuklarin rahatça hareket edebilecekleri kadar geniş olmali. Temiz bir mutfak, saglik koşullarina uygun bir uyku ve dinlenme alani bulunmalidir.
Yeterli ve yetişmiş personelden oluşan bir egitici kadroya sahip olmali ve her çocugun ilgisini çeken bir program uygulamalıdır. Konuşma, oyun, resim, müzik, kil, kum, su gibi her türlü geliştirici ve yaratıcı alışkanlıkları kazanabilmelerine özen gösterilmeli, ayrica onlarin ilkokulda karşilaşacaklari görevlere hazir olmalarini saglayacak ön aliştirmalara yer verilmelidir. Ancak okuma yazma ögretimine kesinlikle geçilmemelidir.
Bugün ülkemizde gerek Milli Egitim Bakanligi’nın ilkokullara bağlı olarak açtığı ana sınıfları, gerekse özel kişi ve kuruluşların açmış oldukları, çoğunlukla büyük şehirlerde bulunan okul öncesi kurumlar, sayıları ve nitelikleri bakımından bu dönemdeki çocuklarımızın tümünün ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemektedir.

ÜLKE POLİTİKASI OLARAK OKUL ÖNCESİ EĞİTİME VERİLEN ÖNEM

ÜLKE POLİTİKASI OLARAK OKUL ÖNCESİ
EĞİTİME VERİLEN ÖNEM

Okul Öncesi Eğitimin Milli Eğitim Şuralarındaki Yeri: XII. Milli Eğitim Şurasında; Okul öncesi eğitimde % 4’ lük bir okullaşma oraninin % 10’ a çıkarılması ; okul öncesi eğitim çalışmaları için gerekli fiziki ve sosyal ortam standartlarının geliştirilmesi; okul öncesi eğitim kurumlarında çalışacak rehberlik ve denetleme görevlerini yapacak yeterli sayıda personelin bulundurulması ; okul öncesi eğitim ile ilgili, eğitim araç ve gereçlerinin ihtiyacı karşılayacak seviyeye getirilmesi , kararlaştırılmıştır.
Okul Öncesi Eğitimin Kalkınma Planlarındaki Yeri: beş yıllık kalkınma planlarında okul öncesi eğitim gözden geçirildiğinde, 1. beş yıllı kalkınma planında okul öncesi eğitime yer verilmediği görülmektedir. 2.3.4. ve 5. beş yıllık kalkınma planlarında okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması ile ilgili hedefler tespit edilmiştir. 5. beş yıllık plan dönemi sonunda ilkokul öncesi okullaşma oranı % 10’a çıkarılacaktır. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ve anaokullarıyla anasınıflarının yaygınlaştırılması için kamu ve özel kuruluş imkanlarından azami derecede yararlanılacaktır.
ANA OKULUNA GİTMEK ÇOCUĞA
NELER KAZANDIRIR ?

Çocuğun oyun gereksinimini en iyi karşılayan toplumsal kurum, “anaokulları” dır. 3-6 yaş çocuklarının eğitimini gerçekleştiren anaokulunu, annenin yokluğunu giderecek bir kurum olarak değil de, annenin tek başına çocuğun üzerindeki ilk yıllardaki rolüne katkıda bulunan ve bu rolü yaygınlaştıran bir kurum olarak değerlendirmek gerekir.
Anaokulu, ilkokula hazırlık olmaktan çok, ailenin dışına atılan ilk adım olarak düşünülmelidir. İlk 3 yıl içinde çocuk, model olarak aldığı anne ve babasından alabileceğini alır ve kendisine tanınan fırsatlar ölçüsünde belirli bir psiko-sosyal olgunluğa varır. Ancak bu gelişim sınırlıdır.
Froebel’ in deyişiyle : “ anaokulunun amacı, öğrenmeye ilgi uyandırmaktır.” Anaokulu, çocuğa bilgi aktarmaktan çok, çocuğun içinde var olan yeteneklerin serpilip gelişmesine yardımcı olur. Çocuk, anaokulunda en iyi oyun ortamını bulur, işbirliğini geliştirrir, yaşıtlarıyla ilişkiye girer. Anaokulu çocuğa, kendi hakkını korurken, paylaşmayı ve başkalarının özgürlüğünü zedelememeyi öğrenir.
Anaokulları, çocukların sözel faaliyetlerine önem veren ve onlara hareket imkânı hazırlayan kurumlar olmalıdırlar. Anaokulunda renk, sayı ve kavramlar çocuğun düşüncesine uygun bir biçimde somuta indirgenerek verilir. Parmak boya ve resim faaliyeti, su oyunu, kum oyunu, ritmik jimnastik, bloklarla oynama önde gelen oyun dizileri arasında sayılabilir. Çocukların en hoşlandıkları dramatik oyun köşeleri, doktorculuk, bebekçilik, bakkalcılık köşeleridir. Çocuk, en iyi ve örgütlü oyun ortamını anaokulunda bulur.
Anaokulunun temel öğretim programı içinde insan ve hayvanları tanıtma, ülkemize ve dünya ülkelerini tanıma, önemli olay ve günlerle, trafik, görgü gibi çeşitli kuralları öğrenme sayılabilir.
Anaokulu aynı zamanda kuralları en etkili bir biçimde öğretebilen bir kurumdur. Çocuk yaşıtlarıyla ilişkiye girerek birlikte yaşamayı, yemek yemeyi, uyumayı ve oynamayı öğrenir. Böylece başkalarının özgürlüğünden haberdar olur. “Ben” ve “başkasi” kavramalarının bilincine vararak yardımlaşma ve işbirliği duygusunu geliştirir.
Anaokullarının çocukları ilkokula hazırlayan birer kuruluş niteliğinde olmaları önemlerini daha da arttırmaktadır. Toplumsal işlevleri büyük olan anaokulları çocukları barındıran değil fakat onları eğiten ve biçimlendiren çok önemli eğitim kurumlarıdır. Bu tür kurumların yalnızca ticari amaçla açılmaları, çocukların gelişimlerini olumsuz açıdan etkiler.
Birlikte yaşama ve çalışmayı öğrenirken, çocuğu ayrıntılarıyla kopya edeceği,sağlıklı bir öğretmen modeline ihtiyacı vardır. Bu sebeple anaokulu okulu öğretmeninin olumlu bir model oluşturmasının yanında, yeterli düzeyde pedagojik formasyona sahip olması ve mesleğini sevmesi gerekmektedir.
Gelişim yıllarında sağlıklı bir anne çocuk ilişkisinde çocuk zamanla, annesini ona doyum veren, bakan ve onu koruyan bir birey olarak görür. İhtiyaçları karşılanan bebek anneye güvenmeyi öğrenir. Güven duygusunun yapı taşları da böylelikle atılmış olur. Eğer anne çocuğa karşı tutarlı, kararlı ve olumlu ise, çocukta doyum bulacağına dair bir temel duygusu oluşmaya başlar.
Gelişim yılları boyunca ana-babası tarafından bir birey olarak kabul edildiğini, dinlendiğini, sevildiğini, görüşlerine saygı duyulduğunu gören çocukta kendine saygı, özgüven gelişir. Özgüven, “ bireyin kendisini yetenekli, önemli, başarili ve degerli ” biri olarak algılama derecesi olarak tanımlanabilir.
Okul öncesi eğitiminin amaçlarından biri de , çocuğun anaokulunda kendi kişiliğine karşı olumlu bir tutum geliştirmesidir. Çocuğu okul öncesi eğitimi sırasında yaşantıları mutlu ve anlamlı olursa, ilkokula kendine yönelik olumlu duygularla başlaması ve başarı olasılığı artacaktır. 3 yaşında başlayan okul öncesi eğitim, çocuğa kendini tanımayı, yeteneklerinde haberdar olmayı ve ona akranlarından farklı olan özelliklerini öğretir.
Bedensel, sosyal, zihinsel, duygusal gelişimlerini sağlamada okul öncesi eğitim kurumlarının önemli katkısı, özellikle çocuk, ilköğretime başladığında kendisini göstermektedir. Araştırmalar, okul öncesi eğitim kurumlarında eğitim gören çocukların bu eğitimi görmeyenlere kıyasla ilkokulda daha uyumlu ve girişken, sosyal etkinliklerde daha başarılı olduklarını ortaya koymaktadır.
Piaget’ e göre çocuğun öğrenmesinde, otonomi ( kendi kendine yönetme ) çok önemli bir faktördür. Çocuk sorusunun yanıtını öğretmenden almak yerine kendi başına bulup keşfettiği takdirde öğrenme etkili olmaktadır. Etkin öğrenme, çocukların seyredip dinlemekle yetinmeyip, bu sürece etkin olarak katıldığı anlamına gelir. Etkin öğrenme, doğrudan deneyimler, etkin araştırma olanakları sunar.
Böyle bir öğrenme ortamında çocuk, ne yapacağına karar verir. Çocuğun çeşitli biçimlerde kullanabileceği bol miktarda malzeme vardır. Okul öncesi eğitim bu malzemeyi özgürce kullanabilir. Yapmakta olduğu faaliyeti anlatır. Yetişkinler ve akranlar, çocuğun problem çözme ve yaratıcılık çabalarını görüp teşvik ederler.
Çocuk merkezli sınıf ortamlarında çocuk, faaliyet alanı olarak kitaplık köşesini, fen köşesini, dramatik veya inşa oyunu köşesini, yazma ya da dinleme köşesini, sanat köşesini, su veya kum havuzunu seçebilir.
Böylelikle çocuk;
• Kendi zaman ve enerjisini gerektiği gibi kullanarak, neyi nasıl yapacağına ilkişkin tercihler yapma ve karar alma fırsatı bulur.
• Kendi seçtikleri amaçları ve görevleri özgür bir biçimde ve sorumlulukla tanımlama ve yeteneklerini geliştirme fırsatı bulur.
• Arkadaş ve yetişkinlerle grup planlamasi yapmak ve ortak çaba gösterme konusunda firsat bulur.
• Düşüncelerini dile getirebilme ve başkalarina iletebilme şansini elde eder.

Bu nedenlerden dolayi, okul öncesi dönemi çocugu, annenin çalişip çalişmadigina bakilmaksizin anaokuluna gitmelidir. Anacak ana-baba anaokulunun seçimine özen göstermeli, bakim yerine egitimi temel alan kurum seçilmelidir. Kurum seçiminde fiziki koşullar kadar, izlenen egitim programi, ögretmenin niteligi ve egitsel araç gereçle oyun malzemeleri dikkate alinmalidir.
Anaokulunda çocuk, temelleri daha dogumdan itibaren evde atilmaya başlanan, ancak çok kere kararli bir tutum bulunmadigi için, istenilen düzeye ulaşamayan temel alişkanliklari ( yemek, uyku, tuvalet, temizlik ) kazanma yolunda olumlu adimlar atabilir.
Burada degişik yetişkinlerle karşilaşan çocuk, ayrica yaşitlari ve kendisinden daha büyük ve daha küçük çocuklarla bir arada oynamayi, onlarin istekleri ile kendi istekleri çatiştiginda kimseye zarar vermeden bunun üstesinden gelebilmeyi de ögrenebilir.
Bir okul öncesi kurumda belirli bir zaman dilimi içinde bir sira düzen izleyen faaliyetler, çocugun zaman kavramini ve bunun insan yaşamindaki yerini ve önemini ögrenmesine yardimci olur.
Okul öncesi kurum, ögretmenin denetim ve uyarilari ile çocuklara okuldaki eşyalari ve oyuncaklari ortaklaşa kullanmayi birbirlerinin sirasini ve hakkini gözetmeyi ve birbirleri için bir şeyler yapabilmeyi ögretebilecek en iyi ortamlarda birisidir.
Yemek sirasinda arkadaşlarina ekmek servisi yapmanin, onlarin bardaklarina su doldurabilmenin çocuk için zevkli bir ugraş oldugu kadar gelecekte kuracagi insan ilişkileri için de olumlu bir temel oluşturacagi kuşkusuzdur.
Çocuklar evde yapamadiklari birçok faaliyeti anaokulunda gerçekleştirirken, arkadaşlari ile konuşarak onlarin düşüncelerinden haberdar olurlar. Kendi görüşlerini ve düşüncelerini rahatça ifade edebilirler. Hatta oynadiklari oyunlarda, gerek evde gerekse okulda yakinlari ve arkadaşlarina karşi duygularini ifade etmek firsatini bularak rahatlarlar.
Okul öncesi kurumlarin yararlarini sayarken listeyi daha çok uzatmak mümkündür. Ancak unutulmamasi geren bir nokta var ki çok kere gözden kaçmaktadir. Okul öncesi kuruma vererek ailenin tüm sorumluluktan kurtulmuş oldugu fikri. Böyle bir düşüncenin kesinlikle yanliş oldugunu söylemek gerekir. Ana-baba olarak çocugumuza karşi sorumlulugumuz yaşamin her döneminde devam etmektedir. Hele bebeklik ve çocukluk gibi ilk dönemlerde bu sorumlulugumuzu hiçbir kişi ve kurum yardimi azaltamaz.

ÇAĞDAŞ ÜLKELERDEKİ OKUL ÖNCESİ EĞİTİM UYGULAMALARI

ÇAĞDAŞ ÜLKELERDEKİ OKUL ÖNCESİ
EĞİTİM UYGULAMALARI

Bugün çeşitli ülkelerde okul öncesi çağ çocuklarının bakım ve eğitimleri için aileye, özellikle çalışan anneye yardımcı olmak üzere devletçe işyerleri veya özel kişi ve kuruluşlar tarafından açılmış okul öncesi eğitim kurumları mevcuttur. Bu kurumlarda, kurumun kuruluş amaçlarına, ülkenin eğitim felsefesine ve kurucularının okul öncesi eğitime bakış açılarına göre değişik konulara ağırlık veren programlar uygulanmaktadır.
Bazı ülkelerde okul öncesi eğitim, çocuğu ilkokula hazırlamayı amaçlayarak başarılı bir ilköğretim için gerekli bilgi ve becerileri kazandırmaya çalışırken, bazı ülkelerde, çocuğun toplumsallaşmayı öğrenmesi, iyi alışkanlıklar kazanabilmesi hedef alınmaktadır. Bazı ülkelerde ise, okul öncesi eğitim bir yandan çalışan kadınların çocuklarının bakım problemlerini giderirken diğer yandan da ülkenin temel yönetim ve hayat prensiplerini çocuğa erkenden öğretmeyi hedef almaktadır.
Belçika, Fransa ve İngiltere’de okul öncesi kurumlarda çocuğa güvenli ve duygusal destek gördüğü bir ortam sağlanmasına çalışılmaktadır.
Danimarka’da anaokulunun amacı, çocuklara güvenli, ve uyarıcı bir ortam hazırlamaktır. Gerçekte bir oyun ortamı niteliği taşıyan ve çocuğun kişiliğinin gelişimini ve insanlararası ilişkilerde başarılı olmanın kurallarını öğretmeyi amaçlayan Danimarka anaokulları ilkokula hazırlayan bir eğitim kurumu değildir.
Japonya da ise okul öncesi eğitimin amacı ; eğitim ve öğretimden çok, günlük bakım vermek ve çocuğun psiko-motor ve ruhi gelişimine yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir.
Amerika Birleşik Devletlerinde belli bir eğitim sistemi yoktur. Her eyalet kendine has bir sistem uygular. Yerel yönetimler çocukların eğitimi konusunda tedbir alma yetkisine sahiptir. II. Dünya savaşından bu yana pek çok okul yetersiz çevre şartlarında yaşayan çocuklar için “ head start ” programları uygulamaya başlamıştır. Bu programlarla sağlanan erken çocukluk eğitimi, ilkokul başarısını olumlu bir şekilde etkilemiştir.
Hemen hemen hiç bir ülke okul öncesi eğitiminde okullaşmayı tam sağlayamamıştır. Fransa %50; Danimarka %15; Japonya %41 dolaylarında bir okullaşma oranı vardır. Genellikle dünyanın her ülkesinde okul öncesi eğitim ana-babanın temel görevleri arasında görülür ve onların çaba ve istekleri esas kabul edilir.

TARİHSEL AÇIDAN OKULÖNCESİ EĞİTİMİNE VERİLEN ÖNEM

TARİHSEL AÇIDAN OKUL ÖNCESİ
EĞİTİMİNE VERİLEN ÖNEM

Okul öncesi eğitim, Eflâtun’ un ve belki ondan önceki düşünürlerin ilk temellerini attiklari bir süreç, yayginlaştirilmasi ve tüm çocuklarin hizmetine sunulmasi ise Froebel’ in ilk “ kindergarden” düşüncesiyle tüm egitimcilerin ideallerinde varmak istedikleri bir yüce hedef olmuştur. Buna ragmen, yalniz Türkiye’ de değil dünyanın hemen her yerinde okul öncesi eğitimi yaygınlaştırma faaliyetleri halen devam etmektedir.
Ortaçağ Avrupasında çocuk beş yaşına kadar hayatta kalabilirse ondan sonraki yaşamını garantilemiş oluyordu. İnsan sağlığı ile uğraşan okul öncesi eğitim zamanın doktorlarının, çocuklarla ve onların sağlığı ile uğraşmayı tamamıyla ebelere bırakmalarının nedenleri ise; sadece ebelerle aynı seviyede tutulmaktan endişe ettikleri için değil, aynı zamanda beş yaşından küçük çocuğa bir şey yapılamayacağına inandıkları içindi. 18. yüzyılda, bir tıp doktoru olan James Cadogan çocukların bakımsızlıktan öldüklerini, aksi taktirde bu dönemde çocukların enfeksiyonlara ve ateşli hastalıklara büyüklerden daha dayanıklı olduğunu belirtmiştir. James Cadogan, daha çok annelere dönük, çocuk temizliği, bakımı ve beslenmesi konusunda bilgiler veren çalışmalar yapmıştır.
Diğer taraftan, sosyal reformcular da çocuk gelişimi ve eğitiminin öncülerindendir. Okul öncesi eğitiminin yaygınlaştırılmasını, çocuk haklarının korunmasının bir gereği olarak görmüşlerdir. Sosyal reformcular, bilhassa 18. yüzyıl Avrupasındaki endüstri devrimi sonucu fabrikalarda ve maden ocaklarında çalışan çocukların ürkütücü durumunu incelemişler ve bu çocukların bakıma ihtiyaçları olduğunu çalıştırılmaması gerektiğini vurgulamışlardır.
Çocuk gelişimi ve eğitiminde öncüler arasında filozoflar da yer alır. Rousseau, çocukluğun yetişkinlikten ayrı bir dönem olduğunu vurgulamıştır. Rousseau, ortaçağ Hıristiyanların “ çocuğun doğuştan günahkar oluşu” inancını reddeder. Aslında çocuğun doğuştan iyi olduğunu, fakat toplumdaki kötülüklerin etkisinde kaldığını savunur. Rousseau’ ya göre çocuk, doğuştan saf ve her türlü etkiye açıktır. Bu yüzden, eğitimi tamamlama ve kendini toplumun kötülüklerinden koruyabilecek duruma gelene kadar toplumdan uzak tutulmalıdır. Eğitimi ise, hassasiyetle kontrol edilmiş bir “ özgürlük ” içinde verilmelidir.
Rousseau’ dan etkilenen Pestalozzi’ nin çocuk eğitimi alanındaki düşünceleri, yine sosyal reformcuların çizgisindedir. Pestalozzi, bilhassa anneleri çalışan ve kimsesiz çocukların eğitimi için okul açmasının amacını, “ eğitimin bu çocukları yaşamlarında daha şerefli ve insanca bir seviyeye getirmeyi nasıl başaracağını görmek ” olarak belirtir.
Frobel’in “ kindergarden ” ( anaokulu ) kavramı ise bu düşüncelere kuramsal bir şekil getirmiştir. Alman aristokratların kendi çocukları için benimsedikleri bu okul öncesi eğitim modeli, daha sonra orta Avrupa, İngiltere ve Amerika’ da da okul öncesi için vazgeçilmez bir model olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN TÜRKİYE’DEKİ
TARİHSEL GELİŞİMİ

Osmanlı döneminde, okul öncesi eğitimin ilk tatbikatı olarak Fatih Sultan Mehmet zamanında mayası atılan “ sıbyan mektepleri ” örnek olarak gösterilebilir. Ancak, okul öncesi eğitim devirde çocukların küçük yaştan itibaren sağlam bir dini eğitim görmesi ve dini sağlam insanlar olarak yetiştirilmesi esas alındığından, daha ziyade dini bilgileri hedef alan bu eğitimin, *****huriyet sonrası okul öncesi eğitiminden farklı olduğu anlaşılmaktadır. *****huriyet öncesi dönemde, okul öncesi eğitimi ile ilgili başkaca çalışma, tatbikat ve teşebbüsler olmuşsa da bunların istenen seviyede neticeler vermediği bilinmektedir.
İlk olarak Maarif Nazırı ( Milli Eğitim Bakanı ) Emrullah Efendi 1913 ’de Tedrisatı İptidaiye Kanunu Muvaffakiyetini çıkarmıştır. Bu kanunun 3,4,5. maddelerinde ülkenin her yerinde anaokulları açılması gerektiğine değinilmiştir. 1915’te Ana Mektepleri Nizamnamesi 4.01.1956 ’ya kadar uygulanmıştır. 1915’te İstanbul’da Anaokulu öğretmeni yetiştirme okulu açılmıştır. Bir senelik eğitim veren bu kurum, 1919’da kapanmıştır. 1927-1928’de İstanbul’da iki senelik eğitim veren Anaokulu öğretmeni yetiştirme okulu açılmıştır. 1930-1931’de bu okullar kız teknik okuluna nakledilmiş ve 1933 yılında da kapanmıştır. 5. Milli Eğitim Şurası 1953’te yeniden kapanan okulları açmıştır. Anaokulları teşebbüsü resmi ve resmi olmayan
( özel teşebbüs ) kurumlara bırakılmıştır.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİME NEDEN GEREK DUYULMUŞTUR?

OKUL ÖNCESİ EĞİTİME NEDEN
GEREK DUYULMUŞTUR ?

Yirminci yüzyılın ilk yarısında sanayi ve teknoloji alanındaki gelişmeler, hızlı nüfus artışı ve kentleşme, artan hayat pahalılığı ve gelir düzeyini yükseltme zorunluluğu gibi etkenler, toplumun yapısında birtakım sosyal değişmelere ve ekonomik gelişmelere yol açmıştır.
Bu değişmelerden en fazla etkilenen sosyal kurumların başında aile müessesesi gelmektedir. Aile kadroları gelişmelere paralel olarak daralıp küçülmeye başlamıştır. Böylece zaman içinde büyükanne- büyükbaba kadronun dışında kalmışlar. Böylelikle geniş aile tipi yerine ana-baba ve çocuklardan oluşan modern aile dediğimiz çekirdek aile tipleri doğmuştur. Günümüzde üç jenerasyonun birlikte yaşadığı aile tipine ancak kırsal kesimde rastlamaktadır.
Öte yandan ailede kadının işlevi değişmiştir. Kadınlar annelik ve ev işlerinin yanında başlangıçta ailenin geçimine katkıda bulunmak için bir iş tutmak, bir meslek edinmek zorunda kalmışlar, daha sonra da sosyo-kültürel seviye öğrenme arzusu topluma hizmet etmek görev duygusu gibi etkenler kadını evin dışında çalışmaya sevk etmiştir. İşte bu şekilde annenin çalışmak zorunda kalması ve evde çocuğa bakacak bir kimsenin bulunmaması, çocuğun bakımı ve kimin eline bırakılacağı sorunu okul öncesi eğitim olgusunu ortaya çıkartan faktörler olmuştur.
Çocukların bakımı ve eğitimi zorunluluğu zamanla aile müessesesinin yanında kreş, yuva, anaokulları ve anasınıfları gibi müesseselere olan ihtiyacı kamçılamıştır. Büyük şehirlerde bu kurumlar bugün çocuk eğitiminde çalışan annelerin en büyük yardımcıları durumuna gelmiştir. Artık hiç değilse bir çok anne çocuklarını emanet eşya gibi ya akraba yanına ya da komşuya bırakmaktan kurtulmuşlardır.
Okul öncesi eğitim kurumları sadece annesi çalışan çocukların yararlanacağı bir yer değildir. Her bir çocuk, kişiliğinin özgürce gelişimi için okul öncesi eğitim sürecinden mutlaka istifade ettirilmelidir. Çocuğun kişiliğinin belli kalıplara döküldüğü, duygu tohumlarının ekildiği bu devrede çocuk ne tamamen ailede kalmalı, ne de tamamen okul öncesi eğitim kurumuna bırakılıp anneden ayrı bırakılmalıdır. Bu dönemde aile ile kurumlar arasında sıkı bir işbirliği sağlanması daha yerinde olacaktır.
Aile çevresindeki koşulları ne denli iyi ve elverişli olursa olsun, çocuğu yaşıtlarıyla birlikte uygun bir ortamda ve uzman eğitimcilerin gözetiminde temel öğrenim olan ilkokula hazırlamak, daha olumlu sonuçlar vermektedir. Kaldı ki, ülkemizin ekonomik ve toplumsal yapısı sonucu, aileler, çocuklarının maddi ve manevi gereksinimlerini yeterince karşılayamamakta, gerekli çağdaş pedagojik formasyondan yoksun bulunmakta ve çocukların eğitim ve öğreniminde devletin desteğine ihtiyaç duymaktadırlar.
Gelişmekte olan ülkemizde sanayileşmenin paralelinde, yaşam koşulları kadının çalışmasını zorunlu kılmış, bu da okul öncesi eğitimin önemini bir kat attırmıştır. Yaşamın özellikle ilk üç yılında, annenin, çocuğunun eğitimiyle meşgul olması, hiçbir kişi ya da kurumdan yardım istememesi kuşkusuz en sağlıklı yoldur. Ancak, yaşam koşulları sebebiyle, annenin aileye ekonomik katkıda bulunmak üzere çalıştığı durumlarda, “ bakıcı ” dan yararlanma seçeneği birçok eğitimsel yanlışı da beraberinde getirmektedir. Çocuk, model olarak kendisine bakan bu kimseyi aldığından, onun konuşmasındaki dilbilgisi hatalarını, örf ve adetini taklit yoluyla kolayca öğrenebilecektir. Daha da önemlisi, anneye en çok gereksinim duyduğu bu dönemde anneyle fizik temastan ve duygusal etkileşimden uzak büyüyecek, bu da çocuğun kişiliğini ve duygusal gelişimini önemli bir biçimde etkileyecektir. Büyükanne yanında bakım, aşırı hoşgörü ve şımartma sebebiyle, eğitimsel açıdan tehlikelidir.

ANA OKULUNUN ÖNEMİ

ANAOKULUNUN ÖNEMİ

Çocuğun oyun gereksinimini en iyi karşılayan toplumsal kurum, “Anaokulları “dır.

3-6 yaş çocuklarının eğitimini gerçekleştiren anaokulunu, annenin yokluğunu giderecek bir kurum olarak değil de, annenin tek başına çocuğun üzerindeki
ilk yıllardaki rolüne katkıda katkıda bulunan ve bu rolü yaygınlaştıran bir kurum olarak değerlendirmek gerekir.

Anaokulu, ilköğretime hazırlık olmaktan çok, ailenin dışına atılan ilk adım olarak düşünülmelidir. İlk üç yıl içinde çocuk, model olarak aldığı
anne ve babasından alabileceğini alır ve kendisine tanınan fırsatlar ölçüsünde belirli bir psiko-sosyal olgunluğa varır. Ancak bu gelişim sınırlıdır.

Froebel’ in deyişiyle:” Anaokulunun amacı, öğrenmeye ilgi uyandırmaktır.”Anaokulu, çocuğa bilgi aktarmaktan çok, çocuğun içinde var olan yeteneklerin
serpilip gelişmesine yardımcı olur. Çocuk, anaokulunda en iyi oyun ortamını bulur,işbirliğini geliştirir,yaşıtlarıyla ilişkiye girer. Anaokulu çocuğu,
kendi hakkını korurken, paylaşmayı ve başkalarının özgürlüğünü zedelememeyi öğrenir.

Anaokulları, çocukların sözel faaliyetlerine önem veren ve onlara hareket imkanı hazırlayan kurumlar olmalıdırlar.

Anaokulunda renk, sayı ve kavramlar, çocuğun düşüncesine uygun bir biçimde somuta indirgenerek verilir. Parmak boya ve resim faaliyeti, su oyunu,
kum oyunu, ritmik jimnastik, bloklarla oynama önde gelen oyun dizileri arasında sayılabilir. Çocukların en hoşlandıkları dramatik oyun köşeleri, doktorculuk,
Bebekçilik, bakkalcılık köşeleridir. Çocuk en iyi ve örgütlü oyun ortamını anaokulunda bulur.

Anaokulunun temel öğretim programı içinde insan ve hayvanları tanıtma, ülkemizi ve dünya ülkelerini tanıma, önemli olay ve günlerle, trafik, görgü
gibi çeşitli kuralları öğrenme sayılabilir.

Anaokulu, aynı zamanda kuralları en etkili bir biçimde öğretebilen bir kurumdur. Çocuk, yaşıtlarıyla ilişkiye girerek birlikte yaşamayı, yemek
yemeyi, uyumayı ve oynamayı öğrenir. Böylece başkalarının özgürlüğünden haberdar olur,”ben” ve”başkası “ kavramlarının bilincine vararak yardımlaşma ve
işbirliği duygusunu geliştirir.

Anaokullarının, çocukları ilköğretimlere hazırlayan birer kuruluş niteliğinde olmaları önemlerini daha da artırmaktadır. Toplumsal işlevleri
büyük olan anaokulları , çocukları barındıran değil, fakat onları eğiten ve biçimlendiren çok önemli eğitim kurumlarıdır. Bu tür kurumların yalnızca ticari
amaçla açılmaları, çocukların gelişimlerini olumsuz açıdan etkiler.

Birlikte yaşama ve çalışmayı öğrenirken, çocuğun ayrıntılarıyla kopya edeceği, sağlıklı bir öğretmen modeline ihtiyacı vardır. Bu sebeple, anaokulu
öğretmeninin olumlu bir model oluşturmasının yanında, yeterli düzeyde pedagojik formasyona sahip olması ve mesleğini sevmesi gerekmektedir.

Bunun yanı sıra anaokulu öğretmeni, çocuğun gelişim ve uyumundaki karmaşık psikolojisiyle, ihtiyaç duyduğu çevre koşullarını bilebilmelidir.

Kısaca anaokulları, annesi çalışmayan çocuklar için 4 yaşından, annesi çalışan çocuklar için 3 yaşından itibaren gerekli ve yararlı kuruluşlardır.

Ancak, burada anaokullarının nitelikli olması, amacının çocukları barındırmak değil, başarılı bir eğitim olması gerektiğini vurgulamakta fayda
vardır.
eğitim; mecburi eğitim çağına kadar olan çocukların zihin, beden, duygu ve sosyal gelişimlerini sistemli bir ortam içerisinde daha iyi sağlayan, onlara iyi alışkanlıklar ve davranışlar kazandıran, yeteneklerinin gelişmesine yardım eden, ilkokula hazırlayan ve ilköğretim bütünlüğü içinde yer alan eğitim devresidir...

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİ

Yaşamını sürdürebilmek için kendisi gibi diğer insanların bakım ve ihtimamına muhtaç olan insan için yaşam geniş anlamda bir eğitim sürecidir. Bu süreç içinde çevresindeki diğer insanlarla sürekli bir etkileşim içinde bulunur. Bireyin gelişmesi, doğuştan sahip olduğu zeka, yetenek vb. potansiyel niteliklerini en üst düzeye çıkarabilmesi için uygun bir yaşam ortamına gereksinimi vardır. İnsanoğlunun binlerce yıldır süren gelişme, ilerleme isteği onu sürekli olarak yeni şeyler aramaya, kendisi için daha iyi yaşam ortamları yaratmaya yöneltmiştir. Özellikle son birkaç yüzyılda kendi kendini tanıma çabalarına hız veren insanoğlu, bugün artık çocuğun yetişkinden farklı olduğunu, duygu düşünce ve diğer gelişim özellikleri bakımından onunla kıyaslanmasının mümkün olamayacağını anlamış bulunmaktadır.
Günümüzde yaşamın ilk beş yılının önemine değinen araştırıcılar bu ilk yılların kişinin gelecekte nasıl bir birey olacağının belirleyicisi oldukları konusunda giderek daha fazla görüş birliği içerisindedirler. Bu nedenle de okul öncesi dönem ve bu dönemde uygulanacak eğitimin önemi her geçen gün gittikçe daha fazla vurgulanmaktadır.
Okul öncesi eğitim; mecburi eğitim çağına kadar olan çocukların zihin, beden, duygu ve sosyal gelişimlerini sistemli bir ortam içerisinde daha iyi sağlayan, onlara iyi alışkanlıklar ve davranışlar kazandıran, yeteneklerinin gelişmesine yardım eden, ilkokula hazırlayan ve ilköğretim bütünlüğü içinde yer alan eğitim devresidir. Başka bir tanıma göre okul öncesi eğitim; çocukların ilköğretime başlamalarından önceki dönemde, zihinsel, duygusal, kültürel, bedeni ve sosyal gelişmesini içine alan, yaş ve yetenek özelliklerini de dikkate alarak yapılan planlı ve programlı eğitim olarak tanımlanmaktadır.

ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMLAR

ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE OKUL ÖNCESİ EĞİTİM



Almanya : Almanya’da anaokullarının amacı; çocuğu toplumun sorumlu bir üyesi olarak yetiştirmektir. Okul öncesi eğitim kurumları çocuğun ve ailenin ihtiyaçlarına göre hizmet etmektedir.



Avusturya: İlk kurumlar 19 yy.da Pestalozzi ve Froebel”in fikirlerine dayalı olarak kurulmuştur.Okul öncesi eğitimin amacı 3-6 yaş çocuklarının bütün alanlarda yani bedensel –bilişsel-duygusal ve sosyal gelişimini sağlamak ve anne baba eğitimini tamamlamaktır.



Belçika : Okul öncesi eğitim okulları ile sağlanır. Bu okullar isteğe bağlıdır, parasızdır. Çocukları en erken 2,5 yaşından itibaren kabul eder. Anaokulunda; toplum yaşamına hazırlık, zihinsel-fiziksel işbirliği, dil matematik, müzik etkinliklerine ağırlık verilir.



Danimarka: Okul eğitimin amacı, ilkokula hazırlamak değil, çocuklara güvenli ve uyarıcı bir ortam hazırlamaktır.



Fransa : Okul öncesi eğitim zorunlu değildir. Çocuklar ilkokul birinci sınıfa başlamadan önce 1-2 yıllık okul öncesi eğitimden geçerler. Okul öncesi eğitimin amacı; yetersiz koşullarda bulunan ve annesi çalışan çocukların ilkokula hazırlanmasını sağlamaktır.



Finlandiya : Okul öncesi eğitim zorunlu değildir. 5-6 yaşındaki çocuklar için gündüz bakım evleri şeklinde, nüfusun az olduğu yerlerde çok amaçlı ilköğretim okulları ile gerçekleşir.



İngiltere : Okul öncesi eğitim hizmeti için 3 sektör vardır. Resmi, gönüllü özel sektörler. Genelde resmi sektörler parasız, gönüllü ve özel sektörler ise yapılan hizmete ve ailenin imkanlarına göre ücretlidir. 3 ayrı bakanlık okul öncesi eğitimden sorumlu. Eğitim ve şi bulma bakanlığı, sağlık bakanlığı ve sosyal hizmetler bakanlığı.



İrlanda : 6 yaşından küçük olanlar 4-5 yaş sınıflarına devam ederler. Bu sınıflar genelde anaokulu binasında ve ilkokul müdürünün sorumluluğu altındadır. Bu sınıflarda İrlandaca, İngilizce, matematik, sosyal, çevresel eğitim, fen eğitimi, sanat eğitimi, beden sağlığı eğitimine ağırlık verilmiştir.



İspanya :Okul öncesi eğitimin amacı, çocuğun kişiliğinin ahenkli bir şekilde gelişmesidir. İsteğe bağlı olan bu eğitim 2 aşamada gerçekleşir. 2-3 yaş için çocuk bahçesi, 4-5 yaş için anaokulu.



İtalya : Okul öncesi kurumların sorumluluğu Eğitim Bakanlığına aittir. Anaokulları 3-6 yaşındaki çocukladır eğitimiyle ilgilenir.Bu kurumlar *Kiliseye bağlı anaokulları, *Özel anaokulları, * Belediyelerin resmi anaokulları * Devletin resmi anaokulları.



Portekiz : Okul öncesi eğitime ayrılan bütçe oldukça fazladır.Okul öncesi öncesi eğitim, eğitimin ilk kademesi olarak görülmektedir.



Yunanistan ; Özel bir öğretim metodu kullanılmamaktadır. Amaç, çocuklara okuma yazma öğretmekten ziyade okula ve sosyal çevreye hazırlamaktır. Okul öncesi eğitim kurumlarının sayısı oldukça azdır. Kurumlardaki başlıca etkinlikler; oyun, yaratıcı ve sosyal etkinliklerdir.
OKUL ÖNCESİ EĞİTİM

Aile çevresindeki koşulları ne denli iyi ve elverişli olursa olsun, çocuğu taşıtlarıyla birlikte uygun bir ortamda ve uzman eğiticilerin gözetimin
de temel öğrenim olan ilköğretime hazırlamak, daha olumlu sonuçlar vermektedir.

Gelişmekte olan ülkemizde sanayileşmenin paralelinde, yaşam koşulları kadının çalışmasını zorunlu kılmış, bu da okul öncesi eğitimin önemini bir
kat artırmıştır.

Yaşamın özelikle ilk üç yılında, annenin, çocuğunun eğitimiyle meşgul olması, hiçbir kişi ya da kurumdan yardım istememesi kuşkusuz en sağlıklı
yoldur. Ancak yaşam koşulları sebebiyle, annenin aileye ekonomik katkıda bulunmak üzere çalıştığı durumlarda, “bakıcı “ dan yararlanma seçeneği birçok
eğitimsel yanlışı da beraberinde getirmektedir. Çocuk model olarak kendisine bakan bu kimseyi aldığından, onun konuşmasındaki dilbilgisi hatalarını, örf
ve adetlerini taklit yoluyla öğrenecektir. Daha da önemlisi, anneye en çok gereksinim duyduğu bu dönemde anneyle fizik temastan ve duygusal etkileşimden
uzak büyücek, bu da çocuğu kişiliğini ve duygusal gelişimini önemli bir biçimde etkileyecektir.

Büyükanne yanında bakım, aşırı hoşgörü ve şımartma nedeniyle, eğitimsel açıdan tehlikelidir. 0-3 yaş çocuğunun kurumda bakımı da özel bir uzmanlık
işti. Bu yaş çocuklarına hizmet veren kreşlerin özel hemşire, doktor, uzman pedagog ve psikologları bünyelerinde görevlendirmeleri gerekir.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMLARI

OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMLARI
Çocuğun yaşamının ilk beş yılındaki eğitimine de en az beslenmesi veya sağlığı kadar önem verilmeye başlanması, 20. yüzyılın uygar toplumlarının eğitimsel açıdan kanımızca en belirgin özelliklerinden biri olarak kabul edilebilir.



Doğumu izleyen ilk yılların gelişmesi ve eğitimindeki öneminin anlaşılması, ailenin görev ve sorumluluklarını da büyük ölçüde arttırmıştır. Okul öncesi dönemdeki çocuğun, öncelikle sağlıklı bir bakım ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Bunun yanında anne ve babası ile kuracağı duygusal bağlar, onun neşeli, zevkli, hoş, sevgi dolu bir insan olması yolunda önemli etkenlerdir.



Çocuğun okul öncesi dönemdeki çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bugünkü bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlarla artık yalnız başına ailenin başaracağı bir konu olmaktan çıkmış durumdadır. Okul öncesi eğitim kurumları, günümüzde ailelere gerekli eğitim desteğini sağlayan, yol gösteren, sorumluluklarını belirli ölçüde azaltabilecek temel kuruluşlar olarak çok önemli bir işlevi yerine getirmektedir.



Okul öncesi kurumlar, gelişen toplumlarda giderek resmi okul sisteminin bir parçası haline gelirken, devlet, yerel yönetimler, vakıflar, gönüllü özel kişi ve kuruluşlar okul öncesi eğitim kurumu açıp çalıştırmaktadırlar. Böylece çalışan kadının çocuğuna güvenli bir bakım ve eğitim hizmeti sağlanmasına yardımcı olurken; büyük şehirlerin apartman tipi konutlarında, giderek daha fazla çekirdek haline dönüşen aile ortamlarında azalan sosyal ilişki imkânlarını hem çocuğa hem de yer yer anneye sağlamak açısından çok önemli işlevler görmektedirler.



Bir okul öncesi eğitim kurumunun ideal nitelikleri genelde o ülkede okul öncesi eğitimin temel amaçları ile çok yakından ilgilidir. Ayrıca çağ nüfusunun genel nüfus içindeki yeri, genel ve yerel bütçeden ne kadar kaynak aktarıldığı, çalışan kadınların sayısı vb. durumlar okul öncesi eğitim kurumlarının niteliklerini ve çalışma şartlarını büyük ölçüde etkiler.



OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN AMAÇLARI:
Okul öncesi eğitimin evrensel amaçları olarak sayılabilecek görüşler, OMEP’in (Dünya Uluslar arası Okul Öncesi Eğitimi Örgütü) uzun süre başkanlığını yapan, ünlü eğitimci Mialaret tarafından şöyle ifade edilmiştir.



Toplumsal Amaçlar:

Çalışan kadınların çocuklarına bakmak

Her çocuğa eğitim sağlamak ve onların bireysel gelişmelerine katkıda bulunmak

Çocukların birbirleriyle ve başkalarıyla ilişki içinde bulunmasına, sosyalleşmesine çok önemli katkıda bulunmak.

Eğitici Amaçlar:

Çocuğun duyu organlarını eğitmek, çevreye olan duyarlılığını arttırmak(renge, sese, estetiğe…)

Gelişimsel Amaçlar:

Çocuğun doğal gelişimini temel alarak, gelişimle ilgili tecrübelerine önem vermek.

Türkiye’de Okul Öncesi Eğitimin Temel Amaçları:

Okul öncesi eğitimin amaçları, Milli Eğitim’in genel amaç ve temel ilkelerine uygun olarak şöyle özetlenebilir:

Çocukların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yönden gelişmelerini, temel alışkanlıklar kazanmalarını sağlamak (gelişimsel amaçlar)

Her fırsattan faydalanarak çocukların millî, manevî, ahlakî, kültürel ve insanî değerlere bağlılığının gelişmesine yardımcı olmak (eğitici ve toplumsal amaçlar)

Atatürk, millet, vatan ve bayrak sevgisini kazandırmak (toplumsal amaçlar)

Çocuğun benlik kavramının gelişmesine, kendini ifade etmesine, bağımsızlığını kazanmasına ve özdenetimini sağlamasına imkân tanımak (gelişimsel ve eğitici amaçlar)



OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMLARININ GEREKÇESİ:
Geçmişten günümüze bakıldığında, okul öncesi eğitim kurumlarını gerekli kılan nedenler ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, pek çok ortak sebep de dikkati çekmektedir. Bu sebepler şöyle özetlenebilir:

Geniş aileden çekirdek aileye dönüşen aile yapısı,

Köyden kente gelişle birlikte akraba ve yakınlarının çocuk bakımı ile ilgili desteğinin azalması,

Kadınların artan eğitim düzeyi ve bununla birlikte evin dışında çalışma fırsatlarının artması,

Kültürel eşitsizliklerin eğitimde fırsat eşitliğini engelleyici yönünün dengelenmesi,

Özellikle şehirleşme ile birlikte artan sınırlı mekânlara sahip apartman tipi yaşama geçilmesi, böylece çocukların yaşıtları ile birlikte bulunmalarının ve hareket imkânlarının da büyük ölçüde sınırlanması,

Ailelerin, çocuklarının eğitiminde bazı yetersizliklerinin bulunduğunu fark etmeleri,

Çocuk psikologlarının araştırmalarından ortaya çıkan sağlık ve büyüme ile ilgili yeni bilgi ve fikirler.

Bugün gelişmiş veya gelişmekte olan diye nitelenen tüm ülkelerde okul öncesi eğitim çok kere zorunlu eğitimin dışında tutulmakla birlikte, eğitim sistemlerinin en alt basamağını oluşturacak şekilde sistem içindeki yerini almış bulunmaktadır.
TÜRKİYE’DE OKUL ÖNCESİ EĞİTİM



Türkiye’de ki okul öncesi eğitimin gelişmesini imparatorluk dönemindeki okul öncesi eğitim ve Cumhuriyet’ten günümüze kadar olan okul öncesi eğitimi diye adlandırabilir.



İmparatorluk Döneminde : Okul öncesi eğitimi üstlenen bazı kurumlar vardı. Bunlar sıbyan okulları, ıslahhaneler, darüleytamlar.



Sıbyan okulları, yani mahalle mektepleri Kur’an Okumayı, hesap yapmayı birazda yazmayı öğreten ilköğretim kurumlarıydı.



Darüleytamlar ve ıslahhaneler ise çoğunlukla savaşta ailelerini kaybetmiş çocukların barındırıldığı yerlerdi.



Resmi anaokullarının açılışı Balkan Savaşları’ndan sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. Özel ana mektepleri ise 23 Temmuz 1908’ten önce bazı illerde, bu tarihten sonra da İstanbul’da açıldığı bilinmetedir.



“Osmanlı İmparatorluğu döneminde çocukların küçük yaştan itibaren iyi bir dini eğitim görmesi ve dini sağlam kişiler olarak yetiştirilmesine önem veriliyordu. Bu nedenle Cumhuriyet ‘ten sonraki okul öncesi eğitimden çok farklıdır.



İmparatorluk döneminde ilk planlanmış okul öncesi eğitimi çalışmaları 1913 yılında yapılmıştır. 6 Ekim 1913’te Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Mukavvati yanı ilköğretim geçici kanunu yayınlanmıştır. 15 Mart 1915’de de Ana Mektepler

Nizamnamesi hazırlanmıştır. Bu nizamnamede ;



Anaokulları, ilkokulu bulunan bir kız okuluna bağlı olarak ya da bağımsız olarak açılır.



Anaokulu kurulurken;



a) Binasının okul yapısına elverişle ve sağlık şartlarına uygun olmasına



b) Çocukların sayısıyla orantılı genişlikte bahçesinin bulunmasına,



c) Her çeşit eğitim aracının hazırlanmış olmasına özen gösterilecektir.



Anaokulları ücretli veya ücretsiz olarak açılabilir.



Ücretli resmi anaokullarına parasız çocuk alınmaz.



Anaokullarına 4-5-6 yaşındaki çocuklar alınır. Erkek ve kız çocukları birlikte bulundurulabilir.



Çocuklar anaokuluna alınırken doktor tarafından muayene edilecek, bulaşıcı hastalıkları olmadığı ve aşılı oldukları tespit edilecektir.



Anaokullarında çocuklar yaşlarına göre sınıflarına ayrılırlar.

Her sınıfa en çok 30 çocuk alınır.



Anaokullarında sağlığa uygun ve ahlaki oyunlar, okul içinde yürüyüşler ve düzenli beden eğitimi, dine ve milli öykü okumalar ve konuşmalar, resimlerin incelenmesi ve el işleri yaptırılır.



Anaokulları, en az haftada bir sağlık incelenmesine tabi tutulacak ve çocuklar tek tek muayene edilecektir. Gerek görülürse bu denetimler hakkında çocukların velilerine bilgi verilecektir.



Anaokullarında sınıf sayısı kadar bayan öğretmen ve yardımcı bayan öğretmen bulunur. Yönetim görevleri birincilere verilir.



Bir anaokulu öğretmeni olmak için; a) Darülmuallimat (İstanbul Kız Öğretmen Okulu) Ana Muallime Şubesinden mezun olmak.b) Veya bir anaokulu yönettiğine dair belgesi bulunmak. c) Veya anaokulu öğretmenliği yapabilecek yetenek ve bilgiye sahip olduğunu göstermek. ç) Türkçe’yi güzel telaffuz etme ve akıcı bir anlatıma sahip olmak gereklidir.



Anaokulu öğretmenleri Osmanlı uğruna sahip olacaklar ve hiçbir bulaşıcı hastalıkları bulunduğu doktor raporu ile belirlenecektir.



Anaokulu öğretmenlerinin terfi ve meslekte ilerlemeleri ilköğretim Kanunu”ndaki hükümlere tabidir.



İlk öğretmen Kanunu gereğince açılacak Sıbyan sınıfları da bu nizamname hükümlerine tabidir.



Bu nizamname yayınlandığı tarihte yürürlüğe girer.



Anaokullarına öğretmen yetiştirmek için 1915’te öğretmen okulu açılmıştır. Bu okul 1 yıl süreli eğitim veriyordu. 4 yıl hizmet göstermiştir. 370 mezun vermiştir. Ekim 1919’da kapanmıştır.



CUMHURİYET’TEN GÜNÜMÜZE



Cumhuriyet”in kurulduğu sıralarda Cumhuriyet’in getirdiklerine ayak uydurulabilecek insanlara ihtiyaç duyulduğu için ilköğretime ağırlık verilmiştir. Bu nedenle okul öncesi eğitim ailelere ve yerel yönetimlere bırakılmıştı.



25 Ekim 1925 ve 29 Ocak 1930 tarihlerinde çıkarılan çıkarılan kararda bütçe imkanlarının anaokulundan ilkokula kaydırılacağı bildirilmişti.



Bu nedenle anaokulları kapatılmıştı. Yalnızca çocuklarını kimseye bırakmayacak annelerin olduğu yerlerde açılabileceği bu şartlara uymayan annelerin çocukları alınırsa kurumun kapatılacağı bildirilmişti.



Hayatını işçilikle kazanmak zorunda olan dul ve fakir kadınların 3-7 yaş arasındaki çocuklarını sabahtan akşama kadar oyalamak, yedirmek, içirmek, giydirmek ve terbiye etmek için 1932 yılında İstanbul Belediyesi tarafından çocuk yuvası açılmıştır.



1961-1962 öğretim yılına kadar da resmi ana sınıfı, anaokulu açımlamamıştır. Bu dönemde 10 ilde ana sınıfı açılmış ve 20 ilkokul öğretmeni atanmıştır. Kız Meslek Liselerinde anaokulu öğretmeni geliştirmek için 1960-1964 yıllarında çocuk gelişimi ve bölümü açılmıştır.



1970-1971 yılında ilk öğretmen okullarının programları 4 yıllığa çıkarılmış ve okul öncesi eğitimi dersi eklenmişti.



1973 yılında çıkan MEB Temel Yasası ile tüm öğretmenlere yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirilmiştir. 1980’de YÖK’ün kurulmasıyla bir çok üniversitede okul öncesi öğretmenliği Anabilim Dalları oluşturulmuştur.



İlköğretim çağına girmemiş çocukların eğitimi için 1992 yılında MEB tarafından merkez teşkilatında okul öncesi Eğitimi Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Dünyada ve Türkiye’de okul öncesi eğitim



Okul öncesi ilgili bilgilerin ilk olarak Eski Yunan’da ortaya çıktığı bilinmektir.16-17 yy.da düşünürler bu dönemle ilgilenmeye başlamışlardır. Çocuk gelişimi konusunda ilk olarak çalışanlar ve okul öncesi eğitime öncülük edenler tıp doktorları ve sosyal reformcular olmuştur.



Ortaçağ Avrupa’sında çocuk 5 yaşına kadar yaşayabilmişse hayatının geri kalan kısmını garantilemiş sayılırdı. İnsan sağlığı ile uğraşan doktorlar çocuklarla uğraşmayı ve sağlıklarıyla ilgilenmeyi ebelere bırakmışlardı. Çünkü doktorlar ebelerle aynı statüde tutulmak istemiyorlardı. Ve 5 yaşından küçük bir çocuğa bir şey yapılamayacağını savunmaktaydılar.



18 yy.da bir tıp doktoru olan James Codagon çocukların bakımsızlıktan öldüklerini aksi takdirde çocukların yetişkinlere göre ateşli hastalıklara ve enfeksiyonlara karşı daha dayanıklı olduğunu savunuyordu. James Codagan daha çok annelere dönük, çocuk temizliği ve bakımı, beslenmesi konusunda bilgi veren çalışmalar yapmıştır.



1816 yılında Freidrich Wilhelm Froebel 3-6 yaş çocukları için çocukları için ilk anaokulunu kurmuştur. Froebel’e göre oyun çok önemlidir. Birey farklılıkları önemlidir. Oyunun en önemli eğitim vasıtası olduğunu belirten ilk pedagogdur.



19 yy gibi yakın zamana kadar çocuklar bugünkünden daha az bakım görmekteydi. Bunun göstergesi de çocukların işçi olarak çalıştırılmaları, ekonomik koşullar, bebek ölümleridir.



20 yy. de ise ökol öncesi dönemin gelişim özellikleri ve eğitim ihtiyaçları bakımından farklı bir dönem olduğu kabul edilmiştir. Yapılan çeşitli alıştırmalarla 0-6 yaş arasının çocukların geleceğini belirlemedeki etkisinin önemli olduğu kabul edilmiştir. Bu da özel resmi kişi ve kurumların bu alanla ilgili yatırımlar yapmasını sağlamıştır.



Türkiye’de ise okul öncesi eğitimin ortaya çıkışı özellikle kadınların çalışması ile olmuştur. Günümüzde bu gerçek devam etmektedir. Ayrıca çocukların oyun alanlarının daralması, arkadaşlarıyla birlikte olma imkanlarının azalması ve ailelerin bilinçlenmesiyle okul öncesi eğitime ilgi artmıştır.



Hiçbir ülkede tek tip bir program uygulanmamaktadır. Bazı programlar özellikle çocuğun eğitilmesini amaçlar, bazıları ise anne babayı eğitme yolu ile çocuğa ulaşmayı hedefler. Bir kısmı hem anne babayı hem de çocuğu birlikte eğitime almaktadır. Okul öncesi eğitim veren okullar ana okulları, ana sınıfları, gündüz bakım evleri, ilkokula hazırlık sınıfları adları altında görev yapmaktadır.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİM VE ÖNEMİ

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN TEMEL İLKELERİ
DUYULAR YOLU İLE ÖĞRENME
Herhangi bir sözlü açıklama yolu ile öğrenme oldukça yüksek düzeyde ve güç bir beceridir. Bazı insanlar bunu oldukça zor kazanırlar. Öğrenme biçimleri teorisi, insanların tercih ettikleri farklı öğrenme tarzlarından söz etmektedir.bazıları görerek daha iyi öğrenirken, bazıları işiterek, bazıları da dokunarak, hissederek ve elleyerek öğrenir. Küçük çocuklar ise öğrenme sürecine bütün duygularını katarak öğrenirler. Bu nedenle yalnız sözle verilen bir talimat çocuklar için her zaman öğrenmeyi kolaylaştıran bir yöntem değildir. Çocuk çevresindeki yetişkinlerin tutum ve davranışlarını, olaylar karşısındaki tepkilerini izler ve kendi davranışlarını da bunlara göre oluşturur.Örneğin; Çocuğuna kitap okumanın faydalarından bahseder ve kendimiz hiç kitap okumazsak, çocuk kitap okumanın iyi bir şey olduğunu bilir ama kitap okumaz. Çünkü ailenin sözleri ile davranışları birbirini tutmaz. Bu nedenle çocukla birlikte olan anne, baba ve tüm yetişkinlerin sözleri ile davranışları arasında pekiştirici bir ilişkinin bulunması çok önemlidir. Yaygın bir deyişle söylemek istersek, çocuk yetiştirmekte sözü özü bir olmak çok önemlidir. Kelimeler çocuk için bazen pek anlamlı değildir, ama davranışları bir şekilde gözleyebilir. Eğitimde okul öncesi çocuğa kalıcı ve doğru davranışları kazandırabilmek ana ilke olduğuna göre, tutarlı yetişkinler ve tüm duygulara hitap eden bir eğitim yaklaşımı öğrenmeyi kolay ve kalıcı hale getirebilir.



KENDİ KENDİNE DÜŞÜNME VE ÖĞRENME KONUSUNDA DESTEKLEME
Bebekler yardımla veya yardımsız olarak öğrenirler. Ancak cesaretlendirilir ve desteklenirse çok daha iyi öğrenebilirler. 21. yüzyılda yaşam boyu eğitim hepimiz için bir gereklilik olacak. Bu nedenle ilk eğitimin amacı, genç insanları olgun, bağımsız ve otonom öğrenmeye hazırlamaktır. Eğer bu özellikler, erken çocuklukta geliştirilmezse giderek artan oranda ulaşılması güç hale gelirler. Çocuğun karşılaştığı problemlere çözümler üretebilmesi için sağlanacak fırsatlar, ona gelecekte de kendi problemlerine değişik çözümler üretebilmesi için yardımcı olur. Örneğin: gece yatarken çocuğa hikaye okursak ve bu hikayenin içinde bir problemle karşılaşırsak, çocuğa çözüm yolları buldurmalıyız. Onun konuşmasını sağlamalıyız ki gelecekte karşılaştığı problemlerine kendisi çözüm üretebilsin. Bunun yolu da çocuğun düşünmesini, soru sormasını, düşündüklerini ifade edebilmesini destekleyici ve rahatça cevaplar üretebileceği ortamlar yaratmaktır.

YETERLİ ZAMAN VE UYGUN ZAMAN AYARLAMA
Bu prensip bir yönü ile erken çocukluk eğitiminde gerekli desteği sağlayacak çevre ve araç gereç katkısını ifade eder, diğer yönüyle ise haftada 9-10 saatlik kurum merkezli eğitimin çocuğun ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olmayacağını gösterir. “Araştırma sonuçları, düzenli yarım günlük bir eğitimin yeterli, daha azının yetersiz, daha çoğunun da gereksiz olduğunu göstermektedir.” Ama çocuğun rahatça hareket edebileceği, denemeler yapabileceği, ilgi alanlarını genişleten eğitime, yani zengin, iyi düzenlenmiş mekanlara ihtiyacı vardır. Bu da ona, evde sağlanacak özel bir oda veya hiç değilse rahatça hareket edip oynayacağı ve hatta dağıtabileceği bir bölüm ayırmayı gerektirir. Okul ise her çocuğun çalışabileceği ve keşfedebileceği malzeme ile donatılmış, rahatça hareket edebileceği, güvenli bir fizik mekan demektir. Çocuğun, ilgi duyduğu konuyu derinliğine öğrenebilecek kadar zamanının olması önemlidir. Bunun için de anne baba ve öğretmenlerin çocuğun faaliyetlerine gereksiz müdahaleden kaçınmaları gerekir. Ama zaman zaman yeni öğrenmeler için de uygun değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç vardır.

KENDİ KENDİNİ DİSİPLİNLENDİRME
Demokratik bir toplumun temel gereklerinden biri de içten denetimli insanlar yetiştirmektir. Bunun için de çocuğun çok erken seçim yapabilmesi ve yaptığı seçimin sonucuna katlanması gerekir. Kuşkusuz çocuğun küçük olduğu oranda, bu seçimin ona veya çevresine vereceği zararları önlemek açısından yetişkinin desteğine, rehberliğine ve güven verici yakınlığına ihtiyaç vardır. Çocuğa yapabilecekleri konusunda çok erkenden sağlanacak fırsatlar ve taşıyabileceği kadar sorumluluk verilmesi, onun iç disiplini kazanmasındaki ilk adımlardır. Örneğin çocuğun yaşına göre yapabileceği sorumluluklar yüklemeliyiz. Yıkanan çatal ve kaşıkları yerine yerleştirebilir, mandalina, muz gibi meyveleri kendisi soyabilir.



OYUN VE İYİ DÜZENLENMİŞ BİR OYUN ORTAMI
Açıkça bilinmektedir ki, oyun oynama ve konuşma fırsatından mahrum olan çocuklar yeteri kadar gelişemezler. Oyun çocuğun işidir. Soru sorma ise sağlıklı gelişmenin en iyi göstergesidir. Çocuklar oynama ve konuşma konusunda cesaretlendirilmezlerse, erken yaştaki öğrenmeler engellenmezse bile gecikebilir. Oyun çocuk için hem bir eğlence, hem de ciddi bir uğraştır. Oyunda bir hareket vardır, karşılıklı konuşma vardır, hatta çatışma vardır. Bunlar yoksa oyunun eğitici değerinden söz edilemez. Bütün bunları bir arada yaşaması da çocuk için gerçek anlamda bir eğitimdir. Çocuk oyunda hareket eder, duygu ve düşüncelerini, memnuniyetini veya rahatsızlıklarını dile getirir.oyuna katılan diğer çocuklar ve yetişkinlerle yaptığı işbirliği ve kurduğu iletişim, onun dünya ve insanlar hakkındaki bilgilerle kaynak oluşturur.



Okul öncesi dönemdeki çocuğun en önemli faaliyeti oyundur. Bu açıdan ona, rahatça ve güvenli bir şekilde hareket edebileceği, uygun ve zengin bir oyun ortamı hazırlamak önemlidir. Bu ortamda çocuk diğer çocuklarla birlikte olabildiği kadar zaman zaman yetişkinle, zaman zaman da kendi başına oynayabilmelidir. Oyun sırasında çocuk, gelişiminin her yönü ile ilgili yaşantılar kazanır. Örneğin, oyun gereçleri ile oynarken zihinsel gelişmesine ilişkin deneyimler yaşayan çocuk, aynı oyuncağı arkadaşı ile paylaştığında hem zihinsel-dilsel, hem sosyal, hem de çok kere duygusal deneyimler yaşar. Bazen grubun koyduğu kurallara uymakta güçlük çektiği için oyun dışı bırakılmanın üzüntüsünü yaşarken, bazen de grubun lideri olmanın hazzını duyar. Bazen bazı hareketlerde hem kendisinin hem de bazı yaşıtlarının diğerleri kadar iyi olmadığını fark eder. Sevdiği ve sevmediği çocuklarla olan oyun tecrübeleri ona çeşitli sevinçler veya kırıklıklar yaşatabilir. Bütün bunlar ona davranışlarını düzenlemek için pek çok temel yaşantı kazandırır. Ancak önemli olan, çocuğun temel yaşam deneyimlerini kazanırken kendisini çok fazla baskı altında veya sınırlandırılmış olarak hissetmemesidir. Ama bu rahat ortamda aynı zamanda tehlikelerden, kendisine ve çevresine zarar verebilecek etkenlerden korunması da son derece önemlidir. Bu da yetişkinin ona sağlayacağı özgür güvenli ve iyi düzenlenmiş ortamla gerçekleştirilebilir. Çocuğun hareketleri yetişkinin talimatı ile değil, eşya ve çevrenin doğal engeli ile sınırlandırılmalıdır.



DİĞER İNSANLARLA ETKİLEŞİM
Çocuğun diğer çocuklarla ve çevresindeki yetişkinlerle kurduğu ilişkiler onun gelişiminde son derece etkilidir. Çocuğu sosyal çevresiyle de bir bütün halinde görmek gerekir. Öğrenme için konuların ilişkilendirilmesi ne kadar önemli ise, çocuğun değer verdiği insanlara saygılı ve onlarla uyum içinde olacağı bir eğitim yaklaşımı da son derece önemlidir. Birçok çocuk başarılı olmak için üç farklı konuya güven ihtiyacı duyar; ilişkisel, içeriksel ve kavramsal. Hepimiz rahat olduğumuz insanlarla birlikte olmayı, güvenli bir öğrenme ortamını, nasıl öğretileceğini, bizim mevcut algısal çerçevemize ne ölçüde uygun olduğunu anlamak isteriz. Bu son nitelik, alan-bağımlı (field dependent) olarak adlandırılır. Alan bağımlı olmak, parçalar üzerinde çalışmadan bütünü görebilmek ve öğretilen şeyle kişisel ilişki kurabilmektir. Alandan-bağımsız (field independent) öğrenme oldukça enderdir, ama eğer gelişiyorsa bu da birçok insanda çok geç olur. Fakat ne yazık ki, geleneksel eğitimde alandan bağımsız öğrenme oldukça doğal ve normal gösterilmektedir.



ÇOCUĞUN EĞİTİMİ, ÇEVRENİN VE BİLGİNİN ETKİLEŞİMİDİR
Okul öncesi eğitm, aile-okul-toplum üçgeni içinde gerçekleştirilen bir eğitimdir. Bu dönemin eğitiminden temelde aile sorumludur. Bu nedenle ailenin çocuk yetiştirme tutumları ve disiplin anlayışı okul öncesi dönemin eğitiminde son derece önemlidir. Bu dönemdeki eğitim, okuldaki eğitim programından, öğretmen tutumlarından ve çevre düzenlemesinden de etkilenir. Bu dönemde toplum, özellikle kitle iletişim araçları yolu ile çok erkenden çocuğun yaşamına girerek onu az veya çok olumlu ya da olumsuz etki altında bırakır. Öyleyse sağlıklı bir birey yetiştirmede aile, okul ve toplumdan gelen tüm etkilerin birbiri ile uyumlu ve tutarlı olmasının ön koşullarının yaratılması olmazsa olmaz ilkelerden biridir.



Çocuğu tanıyarak, onun ihtiyaçlarına duyarlı, tutarlı bir yetişkin davranışı zengin uyarımlarla dolu bir ev ve okul ortamı, sağlıklı ilişkiler kurabileceği çocuk ve yetişkinlerden oluşan uyumlu bir dünya, çocuğun sağlıklı bir birey olarak yetişmesinde önemli etkendir.



Ülkemizde okul öncesi eğitim kurumlarından yararlanabilen çocuk oranının %10’a bile ulaşmadığı göz önünde bulundurulacak olursa, ailenin eğitim anlayışının önemi çok daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle bu dönemdeki eğitimin nasıl olması gerektiği konusundaki temel ilkelerin okul öncesi eğitimciler kadar aileler, toplumda çocukla ilgili herkes tarafından da bilinmesi gerekir.

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN ÖNEMİ

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİN ÖNEMİ
Çocukların zihinsel ve kişilik gelişiminin %70’i 0-6 yaş arasında tamamlanmaktadır.Bu süre içeri kazanılan davranış biçimleri,tüm yaşam boyunca devam etmektedir.


Okulöncesi eğitim,tüm Avrupa ülkelerinde,hükümet programları ve yatırımların temel hedeflerini ve odak noktalarını oluşturmaktadır.Ülkemize bakıldığında ise bu konunun üzerinde yeterince durulmadığı ve önlemlerin yetersizliği dikkati çekmektedir.Rakam vermek gerekirse, okulöncesi eğitim oranı Avrupa ülkelerinde (örneğin,Fransa ve İsveç’te) %100’lere varmakta olup,ülkemizde ise ancak %15’tir. Siyasi otoriteler, okul çağı çocuklarımızın sayısal değerini verirken 15 milyon olarak belirtmektedirler. Oysa, eğitim yaşında 4,5milyon 3-6 yaş arası çocuk bulunmaktadır. Bu rakamın 20milyon olarak ifadesi sağlandığında ve Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi içerisinde okulöncesi çağı çocukları için ayrılan pay, okulöncesi çocuk nüfusu oranında arttırıldığında, okulöncesi eğitimin öneminin kavrandığı belli olacaktır. Avrupa Topluluğuna girme çabası içerisinde olduğumuz şu günlerde, çağdaşlığa giden yolun ancak çocukların eğitimi ile sağlanabileceği göz önünde tutulmalı, yatırım hedefleri saptanırken, çocukların eğitim gereksiniminin, doğumdan başlayarak karşılanması gereksinimi öncelikle ele alınmalıdır.Bu hedefe ulaşmak için bir an önce okulöncesi eğitimin önemine ilişkin kampanyalarla,kamuyu bilgilendirmek ve oluşan kamuoyu ile siyasi kararlar alınmasını sağlamak gerekmektedir.

3-6 yaş arası bilimsel olarak eğitim yaşıdır.Bu yaş gurubundaki tüm çocukların Anayasa’nın 42. Maddesinde belirtilen eğitim hakkından yararlanabilmeleri için okulöncesi eğitim kurumlarının yeterli sayıya çıkarılması konusunda çalışmalar hızlandırılmalı, özel yatırımcılar kredilendirilmeli ve desteklenmelidir.Yapılan araştırmalara göre, okulöncesi eğitim alan çocuklar ilkokulda okuma yazmayı, bu eğitimi almayan çocuklardan %100 daha hızlı öğrenmekte ve bu öğrenme hızı yaşam boyu sürmektedir.Öğrenmenin %80’i okuma yolu ile olduğundan , çocuğun kitapla erken yaşta tanışması onun öğrenme hızını çok etkilemektedir.Burada da okulöncesi eğitimde kitapların önemi açıkça görülmektedir.

0-6 yaş arasındaki çocuğun eğitiminde en önemli rol ana-babaya düşmektedir. Bu nedenle öncelikle ana-babanın bilinçlendirilmesi çalışmaları önem kazanmaktadır.Ülkemizde okulöncesi eğitim kurumlarının azlığı dikkate alındığında,okul öncesi eğitimi veren kitap,oyuncak ve benzeri materyalin önemi ve bunların kullanımı konusunda velilerin bilgilendirilmesinin zorunluluğu açıkça görülmektedir.

Toplum olarak, çok sevdiğimiz çocuklarımız ve geleceğimiz için en kalıcı yatırımın eğitim olduğu bilincine vardığımızda, tüm diğer sorunlarımızın kolayca çözümlendiğini göreceğiz.Bunun için 1-7 Eylül tarihleri “Okulöncesi Eğitim Günleri” olarak gelenekselleşecektir.

KUŞAK ÇATIŞMALARIMIZ

Kuşak çatışmaları

Kuşak çatışması ve yönetimin devri nedeniyle ortaya çıkan sorunlar yeni değildir. İkinci Murat ile Fatih Sultan Mehmet arasında iktidar, yedi yıllık bir dönemde üç kez (bazı tarihçilere göre beş kez) el değiştirmiştir. Tarihin her döneminde benzer sorunlar yaşanmıştır.
Geçen yüzyılda "rota ve seyir" konusunda yapılan bir hatanın düzeltilmesi için çok zaman vardı. Günümüzde ise iki-üç yıllık gaflet dönemi şirketlerin büyük yarışta önemli kayıplara uğramasına yol açabilmektedir. Kuşaklar arasındaki diyalog ve işbirliği anlayışı teknoloji kadar hızlı bir şekilde değişmediği için, sürekli olarak yaşanan bu sorunun önümüzdeki yıllarda daha da şiddetlenmesi beklenmektedir.

Her baba, kurduğu işi çocuğunun daha da geliştirmesini bekler. "Kurucu baba" lar ise şirketi bir türlü gençlerin eline bırakmaz. Zira yılların birikimi ve emeğinin gençlerin yanlış kararları ile heba olmasından korkar. Bu hayal ve korku arasındaki zikzaklar, şirketlerde kuşak çatışmasını başlatır.

“Bazı durumlarda, baba (veya anne) iktidarın çekiciliğine kapılıp, devir teslimi sürekli erteler. Yönetim sırası oğula geldiğinde ise gençliğin dinamizmi ve yırtıcılığı çoktan geride kalmıştır. Bazen baba yönetimi şeklen çocuğuna bırakır. Niyeti işi devredip bir köşeye çekilmek gibi görünse de "uzaktan kumanda" babanın elindedir. Böylesi bir ortamda şirket çalışanları, genç yöneticinin kararının muhakkak bir "temyiz" aşamasından geçeceğini düşünür. Oğul veya kız istediği kadar bilgili ve yetenekli olsa da şirkette amaçladığı otoriteyi kuramaz.” *

Gerekli deneyim ve birikime sahip olmadan başa geçen gençlerin, uzun yılların emeğini kısa sürede heba ettiği de görülmüştür. Hırslı evladın zamanını beklemeden babaya karşı açtığı isyan bayrağı bir "fetret devri"nin başlangıcı olabilmektedir.

Ayrıca;
 Şirketlerimizin çoğunda, kuşaklar arasındaki yönetim ve yönetim tarzı tartışmalarına hakemlik edebilecek yönetim kurulu yapısı yok.
 İkinci veya üçüncü kuşak mevcut işe "kurucu baba" kadar ilgi duymadığında da diyalog kopuyor.
 Kurumsallaşma çalışmaları beklendiği kadar hızlı olmayınca, şirketin dinamizmi ve büyüme potansiyeli, kuşak çatışmalarında ve kardeş kavgalarında harcanıyor.
 Şirket içi demokrasinin yeterince derin olmaması, genç kuşağın yenilenme mücadelesinde ittifak bulmasına imkan vermiyor. Çalışanların çoğunluğu "baba"nın tarafını tutuyor. Katı hiyerarşi ve kurallar, gençlerin inisiyatiflerini köreltiyor, onları yalnız bırakıyor.
 Geleneksel aile disiplini ve itaat anlayışı, oğulların ve kızların yenilenme mücadelesi vermelerini önlüyor.
 Kurucu babanın çekirdekten yetişme ve hayat üniversitesinden mezun olduğu, çocukların iyi eğitim gördüğü şirketlerde genç kuşağa yetki ve sorumluluk devri olabiliyor. Babalar ve çocukların aynı eğitime sahip oldukları durumda strateji ve yönetim tarzı konusundaki tartışmalar çatışmaya dönüşebiliyor.


Ne yapılabilir?

Günümüzde de şirketlerde, örgütlerde ve partilerde kuşak çatışmasından korkmamak ve bu çatışmayı bir yeniden yapılanma platformuna dönüştürmek gerekiyor. Bunun için şu önlemler yararlı olabilir:

 Oğul ve kızlara yönetim kurulunda görev verilmesi için onların kırklı-ellili yaşlara gelmesi beklenmemeli.
 Yönetim kurulları gereksiz görülmeyip, yeni fikirlerin harman edildiği bir platforma dönüştürülebilirse kuşaklar arasındaki diyalog kolaylaşacaktır.
 Gençlerin, yeni fikirleri kabul ettirme mücadelesindeki en büyük zaafları kırılganlıktır. Büyüklerini ikna edecek bir azim ve kararlılık gösteremeyen, babasının bir dudak bükmesi ile morali bozulan genç, piyasa okyanusunda yolunu hemen kaybeder. Önceki kuşaklar da gençlere itaat değil, mücadeleyi ve inisiyatifi esas alan bir eğitim vermek zorundadır.
 Aile ve şirket içi tartışma ve diyalogda kural "projen kadar konuş" olmalıdır. Şirket için bir stratejik planlama çalışması yapılması da rota tartışmalarını verimli kılar. Bu konuda tarafları uzlaştırabilmek için danışmanlık alınmasının yararlı olduğu görülmüştür.
 Ödüllendirmenin kıdeme göre değil de performansa göre belirlenmesi ve yönetim piramidinin yassılaşması da kuşaklar arası diyalogu kolaylaştırabilir. Yeni kuşağa yetki verildikten sonra, "uzaktan kumanda" işleri iyice karıştırır. Baba, hayat-memat meselesi olmayan konularda, hatalı olsa da çocuklarının kararlarına karışmamayı öğrenmelidir.

ÇOCUKLARIMIZ VE BİZ

ÇOCUKLARIMIZ VE KUŞAK ÇATIŞMALARIMIZ
Bedensel, cinsel ve bilişsel değişimlerden başka, ergenlik aracılığı ile çocukluktan yetişkinliğe geçiş, ana babalarda, diğer aile üyelerinden, yaşıtlardan ve okuldan etkilenen kişilikte ve toplumsal davranışta önemli değişimler içerir.Kargaşaların ortasında ki genç insan ortaya çıkmakta olan kimlik duyusu ile uğraşmalı ve artan bağımsızlık isteği ile süre giden bağımlılık gereksinmesi arasındaki çat
Gençlik döneminde duygular yoğundur ve sürekli dalgalanma gösterirler. Genç sevinçle üzüntü, sevgi ile nefret arasında gidip gelir. Ruhsal tepkilerinde aşırılık, davranışlarındaki çelişki bu döneme özgü bir bocalamanın belirtisidir. Genç bir yandan içinden gelen dürtülerini dizginlemeye çabalarken öte yandan çevresi ile çatışmaya girebilir. İç dünyası ile dış dünya arasında dengeler kurmaya çalışır. Genç kendine özgü yaşamak istemekte, bağımsızlığını kazanmaya çabalamaktadır. Gencin aradığı yeni bir kimliktir. Ben neyim? Kimim? Nasıl bir insan olmalıyım sorularına yanıt arar. Bir kişi ve bir birey olarak ana babasından değişik özellikleri olduğunun bilincine varır. Kendisine ve çevresine eleştirici bir gözle bakar. O güne dek yanılmaz ve kusursuz tanıdığı ana babasını yeni bir değerlendirmeden geçirir. Onlarda hiç görmediği eksikler, beğenmediği yanlar bulur. Öğütleri saçma, koydukları kuralları sıkı, yasakları anlamsızdır. Ne eğlenmesini bilirler, ne de giyinmesini, kısacası yaşamasını bilmezler.
Kuşak çatışması genel anlamda üzülecek değil sevinilecek bir olgudur. Gençlerin atılganlıkları, coşkuları, hatta hayalcilikleri gelişmelerin, yeniliklerin kaynağıdır. Gençler toplumsal yaşamda, sanatta ve yarında yeniliğin, değişikliğin ardında koşmasalardı ilerleme olmazdı. Bu nedenle gençlerin yetişkinlerle karşıtlığını ortadan kaldırmak yararlı bir sonuç sağlamaz. Önemli olan bu çatışmayı toplumun faydasına kullanabilmektir.

Gençlerle yetişkinler, aralarında yaşadıkları kuşak çatışmasını kontrol edemediklerinde veya çok büyük sorunlar yaşadıklarında bir uzmana başvurmaları önerilir

Modern çağı temsil eden egoist birey “homo economicus”tur. Bu birey, tam anlamıyla kötülüğü buyuran nefsâni duygularının kölesi olarak erkek olsun, kadın olsun bağımsız münferit yaşamayı, aile içinde yaşamaya tercih edendir. Bu zihniyet kadın/erkek arasında serbest ilişkiyi temel alır. Bu inkâr edilemez bir realite...

Dolayısıyla çağdaşlığı Batılı olarak esas alan milletlerin başına gelecek en büyük felaket, geleneksel kıymetlerinin tasfiyesi sürecinde, aile kurumlarının da bilinçli veya bilinçsiz dağıtılması olacaktır. Günümüzde birçok sosyal ve ferdi problemlerin yaşanmasında temel kaynak nedeni bu olarak görülmektedir.

Ailenin, soyun dolayısıyla milletin devamını sağlayan yeni nesli yetiştirip manevi temellerini oluşturması ve idamesi fonksiyonu bu sebeple son derece mühim noktadır. Maneviyat deyince din, irfan, kültür hasılı topyekün medeniyeti kapsayan büyük projeyi kast ediyoruz.

Çocuğun ileride gencin, kişiliğini oluşturan dinî, ahlakî ve diğer geleneksel karekter motiflerin oluşumunda temel model, başta hiç kuşkusuz aile içindeki ebeveynlere ait olacaktır. Bunun için annenin, babanın çocuğa ekonomik katkıları kadar duygusal, manevi katkılarının yeterli olması ve bunun içinde öncelikle çocuğun varlığının ve sorumluluğunun kabul edilmesi ve ona iyi model olunması şarttır.

Halbuki ebeveynler arasında oluşacak sürekli çekişme ve tartışmalar çocuğun normal gelişmesini en fazla yaralayan modernizmin marazları sayılır. Geleneksel hayat, çocuğun anne–babasını sevdiği ve kendisini herbiriyle bütünleştirdiği dünyayı sunar. Fakat modern hayat ise tam tersi, ana–baba ile çocukları arasında daimi bir çatışmanın, kavganın varlığını öncelikle kabul eder.

Oysa bunun en basit bir sonucu olan tatmin edilemeyen sevgi ve emniyet duygusunda yetişecek çocuklardan sonuçta, anti–sosyal davranışlara, kişilik problemlerine ve kimlik kayıplarına doğru kayan nesli yaratır. İnsanın modern marazları olan kişiyi huzursuz edecek seviyede kıskançlık, egoistlik, manasız korku, hislerde dengesizlik, kavgacılık gibi haller genç kuşakları kötürüm eder. En kötüsü, her tür sapıklık ve uyuşturucu/tutku verici madde bağımlılığı sürekli gelişme ortamı bulur.

Ailelerin hızlı boşanmalarla şiddetli ayrılıklarla parçalanması, her geçen gün sahip çıkılmayan çocuk ve genç bir neslin sokaklara terk edilmesine kaynaklık etmesiyle nihai sonda bu kötü gelişmeler trajik, fakat bütünüyle sosyal yapıyı çöküntüye uğratan büyük sosyal–ferdi facialara patlak vermiştir.

Bu kavga, çağdaşlığın bir bilimsel bulgusuymuş gibi “Kuşak Çatışması” diye takdim edilmiştir son zamanda. Oysa “nesil çatışması” normal koşullarda; bir veya bir kaç kuşak öncesinin temsilcisi sayılan dede/nine ve ana/babanın şahsında yaşanmaz. Burada yaşanan asıl şey batı mukalitliği sevdasına, geleneksel hayatın yeni kuşak çocukların/torunların, eliyle tu–kaka edildiği rezilce bir çatışmayı simgeler.

Burada, “Batı tarzı” bir hayatı hiçbir kayıt altına almadan, her türlü geleneksel ve dinî motifli düşünceye tercih edilmesi vardır. Burada baştan manevî ve ahlakî geleneğin reddi var, kuşak çatışması adı verilip “omurgasız” felç bir hayatın, “özgürlük”, “çağdaşlık” olarak empoze edilmesi var. Burada en büyük ihanet: Çocuğun kendi kişiliğnde muhafazakâr ve derinden gelen ahlakî buyrukları, modern hayatın gerekçesiyle çocuğun beyninde menfi yönde şartlandırmak var. Yeni kuşaklarda ulusal, dinî, ahlakî ve geleneksel mirasın reddedilmesi böylece sağlanmış olur. Bunun bir diğer adı sömürgeleşmek, şahsiyetlişmektir. Bugün bunun adı “küreselleşmek” olarak konmuştur.

Bu kötü sonuçların önlenmesi ve tabiatıyla “Küresel Güçler”in oyunlarının bozulması için öncelikle yapılacak acil şey; geleneksel aile bağlarının her ne pahasına olursa olsun desteklenmesi gelmelidir. Çünkü çocukların sıhhatli manevi gelişmeleri için dengeli, ulusal, dini ve toplumsal etkileşimin güçlü olduğu ailede; yeterli sevgi ve sevecenlik kucağı bulmalarıyla olur. Bunun modeli geleneksel kıymetlerimizde ve geçmiş atalarımızın bize bıraktığı miraslarda en canlı örnekleriyle somut olarak var. Yeter ki bunu görebilecek siyaset/feraset ve irade olsun...

GENÇLİK VE KUŞAK ÇATIŞMASI

Kuşak Çatışması

GİRİŞ
Kuşak çatışması dün ve bugünün sorunu. Gençlik bugünü yarını anlamak istedikçe, birileri hep dünü yaşatmaya çalışıyor. Taraflar çoğu zaman birbirlerini anlamak istemiyor, aileler yaşadıkları çağın içinde kendilerini düşünemiyor ve “bizim zamanımızda böyle miydi?” sözünü söylemekten hiç usanmıyorlar. Değişim sürekli yaşandıkça insanoğlu buna ayak uyduramamakta, bu değişimi kabullenmekte zorluk çekmektedir. Gençlere göre ise çocuklarında her konuda haklı olan anne babaları, ergenlik çağına girdiklerinde, hiç doğruları bulunmayan, yaşamayı bilmeyen onları anlamayan insanlar haline dönüşüyor.Gençler çevreyle bir mücadele, bir kavga içerisinde, atılan ve atmak istedikleri her adım yeni ve bambaşka bir dünya aslında. Yetişkinler ise hep var olan, hiç değişmeyen kendi dünyalarında yaşıyor, bu dünyanın kapılarını açmak yerine aralamayı tercih ediyor, ve bu aralanmış kapıdan sadece istediklerini görmeye çalışıyorlar. Tabi ki buda çocuklarını anlamalarında zorlanmalarına neden oluyor. Bu nedenle nesiller boyu var olan kuşak çatışması insanlar var oldukça ve iletişim halinde oldukları sürece devam edecektir.

1. Kuşak Nedir?
Üç bin yıl önce başlayan insanlık tarihinden günümüze kadar olan süreç içerisinde, yaklaşık olarak aynı yıllarda doğmuş, aynı çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer sorumluluklarla yükümlü olmuş kişiler topluluğuna kuşak denilmektedir. Geçmişten günümüze her sonraki nesil daha gelişmiş, daha ilerlemiştir fakat, bu ilerleme döneminde yasayan her kuşak kendinden bir önceki nesli “çağ dışı”, “geri kafalı” ve “tutucu” bulurken, bir sonraki kuşağı ise, sorumsuz ve saygısız olarak değerlendirmiştir. (http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=252,16.03.2004 ).
2. Çatışma Nedir?
En geniş anlamda anlaşmazlık, karşıtlık, uzlaşmazlıktır.Dar çerçevede ise kavga anlamına gelir.Çatışmalar düşünce, duygu çıkar ve amaç ayrılıklarından ortaya çıkar. Bu nedenle insan topluluğunun bulunduğu her yerde çatışma vardır. Çünkü insan ilişkilerinde tam uyum ve denge yoktur. Uyumlu bir aile içinde bile anlaşmazlık, karşıtlı birbirini etkileme ve değiştirme çabası vardır. Dostlar ve sevgililer arasında da anlaşma-bozuşma, yakınlaşma-uzaklaşma sürekli yaşanan olgulardır bu nedenle çatışma yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır ( Yörükoğlu,2000, s.204).
3. Kuşak Çatışması Nedir?
Acaba onlar hiç mi büyüklerinin sözünden çıkmadılar? Kendi kararlarını kendileri vermeyi hiç mi istemediler? “Siz asisisiniz, yeni nesil işte. Büyüklerimiz bize bir bakış attığı zaman...”diye uzayıp giden klişeleşmiş sözler. Günümüz gençliğinin en büyük sorunlarından biri şüphesiz ebeveynlerle anlaşamama, diğer bir adıyla kuşak çatışmasıdır. Fikir uyuşmazlığı mı yoksa gerçekten asilik mi? Bunun cevabını istediğiniz gibi veya işinize geldiği gibi verebilirsiniz. Ama bunun doğrusu nedir? Orta bir yol yok mudur? (Cebeci,Yeni Asya Gazetesi,23.07.2003, s.8).

Gençlik döneminde duygular yoğundur ve sürekli dalgalanma gösterirler. Genç sevinçle üzüntü, sevgi ile nefret arasında gidip gelir. Ruhsal tepkilerinde aşırılık, davranışlarındaki çelişki bu döneme özgü bir bocalamanın bir belirtisidir. Genç bir yandan içinden gelen dürtülerini dizginlemeye çabalarken öte yanda çevresi ile çatışmaya girebilir. İç dünyası ile dış dünya arsında dengeler kurmaya çalışır. Genç kendi kendine özgü yaşamak istemekte, bağımsızlığını kazanmaya çabalamaktadır. Bu süreçte gencin sık sık ebeveynlerle fikir ayrılığına düştüğünü ve çatışmalara girdiğine tanık oluruz.
(Yeşilyurt, http://www.annelergrubu.com/doktorunuz/base.asp?catID=5&selectedID=971 15.03.2004).

KUŞAK ÇATIŞMASI,DEĞİŞİMİN FAY HATTI MI ?

Kuşak Çatışması, Değişimin Fay Hattı mı?
Dr. Emre Erdoğan, Siyaset Bilimci
“Babam beni anlamıyor”, “bizimkilerle geçinemiyorum”, “anne o senin zamanındaymış”... Bu ve
benzeri sözleri hepimizin ya zamanında sarf ettik, ya da –yaşları kemale erenler için söylüyorumbize
söylendi. Aynı mekanı paylaşan iki farklı kuşak arasında “anlaşılamama” sorunu bu
cümlelerde somutlaşır. Çok sık gerçekleşmedikçe “her evde olur böyle şeyler” denilir ve
nihayetinde büyüklerden birinin sarf ettiği “benim yaşıma gelince anlarsın” cümlesiyle de
tartışma bir sonraki krize kadar sona erer. Pekiyi, gerçekten onların yaşına gelince bir şeyleri
anlar mıyız? Yaşanılan “anlaşılamama” sorunu, yaşlanınca geçen bir şey mi? Büyüdüğümüzde,
nüfus kağıdımız eskidiğinde “ebeveynlerimiz” gibi mi oluruz?
“Kuşak çatışması” adını verdiğimiz bu olguyu gençlerin ileride ebeveynlerine benzemeleriyle
düzelecek bir anomali olarak görmenin yanlış olduğu aşikar. “Geç-genç” olarak benim kişisel
deneyimim ve gözlemlerim zaman geçtikçe gençlerin yaşlandıkça anne-babalarına benzemekten
ziyade kendilerine özgü birer kişilik olduklarını gösterdi. Geçmişte yaşanan kuşaklar arası
anlaşmazlıkların temel nedeni çok basit: Gençler, anne babalarından farklı insanlar. Farklı
insanların aynı olgulara farklı bakış açıları taşımaları da şaşırtıcı değil, esas tam tersi olsaydı
şaşırtıcı olurdu. Dolayısıyla bugünün gençleri yarının ebeveynleri olduklarında da anne
babalarından farklı insanlar haline geliyorlar. Toplumsal değişim dediğimiz süreci de böyle
okumamız mümkün: Farklı değerlere sahip yeni kuşaklar eski değerlere sahip kuşakların yerini
aldığında toplumsal değişimin nüvesi gerçekleşmiş oluyor.
Kuşaklar-arası farklılıkların toplumsal değişim süreciyle ilişkisi, Batı’nın gelişmiş demokrasileri
özelinde siyaset bilimciler tarafından detaylarıyla tartışıldı. Özellikle 1968 baharını takip eden
süreçte siyasal parti sistemlerinin karşılaştıkları ani değişimin - sistemin temel taşı partilerin
güçlerini kaybetmeleri, radikal ve Yeşil partilerin güçlenmesi ve geleneksel siyasal katılım
biçimleri olan siyasi parti üyeliklerinin ve oy verme eğiliminin hızlı bir düşüş yaşamasınedenleri
incelendiğinde “yeni” seçmenlerin ebeveynlerinden farklı değerlere sahip olmalarının
en önemli etken olduğu görüldü. Anne babaları iş güvencesi gibi materyalist ihtiyaçlara önem
verirken yeni nesiller estetik kaygılar gibi postmateryalist adı verilen değerleri ön plana
çıkarmaktaydı. Yapılan anket çalışmaları materyalistlerin ekonomik büyüme, istikrarlı bir
ekonomi, suça karşı savaş, ülkede düzeni koruma, yükselen fiyatlarla savaş ve güçlü bir savunma
gibi ekonomiye ve güvenliğe dair konulara önem verdiklerini; buna karşın postmateryalist
seçmenlerin işyerinde ve hükümette daha fazla söz sahibi olmak, ifade özgürlüğü korumak, daha
iyi bir toplumda yaşamak, kentleri ve köyleri daha güzelleştirmek gibi kavramlara ve düşüncenin
paradan önemli olduğu ifadesine katıldıklarını göstermekteydi.
Burada atıfta bulunduğum Postmateryalist değerler teorisinin iki basit hipotezi bulunmakta:
“Kıtlık hipotezi” adı verdiğimiz birincisi, “bireyin kendisi için göreli olarak kıt olan şeylere daha
fazla önem atfettiği” olarak tanımlanır. İkinci hipotez ise “sosyalleşme hipotezi” adını taşımakta
ve “bireyin temel değerleri ergenlik öncesi döneminin şartlarından etkilenir” diye açıklanır.
Maslow’un iyi bilinen “ihtiyaçların hiyerarşisi” yaklaşımı, postmateryalist değerler teorisinde
önemli bir yer taşır. Maslow’a göre bireyler öncelikle fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik gibi
“materyalist” ihtiyaçları karşılarlar, daha sonra kendini ifade etme ve estetik kaygılar gibi diğer
“materyalist” olmayan ihtiyaçlara yönelirler.
Bu kuramsal çerçeve açısından bakıldığında, bireysel olarak ya da sosyalleşme döneminde
ekonomik-maddi sıkıntılar çeken bireyler; yetişkinlik dönemlerinde materyalist değerlere
yönelirken; ekonomik-maddi sıkıntıları yaşamayan bireylerin materyalist olmayan ihtiyaçları
tatmini tercih ettikleri söylenebilir. Batı demokrasilerinde nesiller arasında büyük değer
uçurumlarının olmasının nedeni ise bu ülkelerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadıkları
sürekli ekonomik büyümeye dayalı refah dönemiyle açıklanabilir. Böylelikle yeni nesiller
postmateryalist değerleri içselleştirmiş, bu nesillerin tutum ve davranışları da postmateryalist
değerler doğrultusunda olur.
Ülkemiz özelinde baktığımızda kuşaklar arasında kayda değer, değer farklılıklarının
bulunduğunu biliyoruz. 45 ülkeyi kapsayan “Dünya Değerler Araştırması”nın Türkiye ayağı
Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından yürütülüyor ve 1997
araştırmasının sonuçlarını “Evrim, Devrim, Statüko: Türkiye’de Sosyal, Siyasal, Ekonomik
Değerler” (TESEV, 1999) adlı kitapta bulmak mümkün. Kuşaklararası farklılıkların hangi
değerlerde ön plana çıktığını seçici bir gözle araştırdığımızda;
- genç kuşakların siyaseti daha az önemli bulduklarını,
- “demokrasilerde ekonomik sistemin işleyişinin sorunlu olacağına” daha fazla
inandıklarını,
- demokratik yönetim modeline alternatif olarak “güçlü lideri” ve “uzmanların karar
vereceği” bir hükümet modelini daha fazla tercih ettiklerini,
- yaşlı kuşaklarla karşılaştırıldıklarında rekabete karşı daha negatif tutumlar sergilediklerini
görmekteyiz.
Söz konusu çalışmanın 1997 sonbaharında yapıldığı ve “genç” sıfatını yakıştırdığımız 18-24 yaş
kategorisine giren gençlerin sosyalleşme süreçlerini yaklaşık 1988-1995 yılları arasında
geçirdikleri, bu dönemde yüksek enflasyon, birbiri ardı sıra gelen koalisyon hükümetleri ve
siyasal istikrarsızlık dönemleri ve yıllık enflasyonu yüzde 140’a kadar yükseltebilen ekonomik
krizlerle karşı karşıya kaldıkları gözönünde tutulursa demokrasiye ve siyasete karşı bu apatik
duruşları şaşırtıcı olmaz.
Bundan yaklaşık 6 yıl önce yapılmış bir çalışmanın sonuçlarına baktığımızda, bugünün toplumsal
profilinin erken bir resmini çizmemiz mümkün. 1998 yılında Konrad Adenauer Vakfı’nın
yayınlamış olduğu “Türk Gençliği’98: Suskun Kitle Büyüteç Altında” adlı yayında o tarihte 15-
27, bugün 21-33 yaşlarında olan gençlerin “ülke yönetiminde söz sahibi olmasını” istedikleri kişi
sorulmuş. Ankete katılanların yüzde 21’i bugünün başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ülke
yönetiminde söz sahibi olarak görmek istediklerini belirtmiş. Erdoğan’ın henüz İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini yürüttüğü bir dönemde bu tür bir sonucun ortaya
çıkması, bugünün erken bir habercisi olarak yorumlanabilir.
Şu anda “genç” adı verdiğimiz –kesinlikle de homojen olmayan- kitlenin değerlerinin ne
olduğunun tespit edilmesi ve 2023 yılının Türkiye’sinin nasıl olacağı hakkında projeksiyonlar
yapılmasına olanak verecek verilerin elde edilmesi kapsamlı bir saha araştırması ve çok boyutlu
bir entelektüel çaba gerektiriyor. Ancak, bugünün gençlerinin dünkülerden daha farklı olduğu,
dolayısıyla yarının Türkiye’sinin de çok farklı olacağını şimdiden söylemek yanlış olmaz. Çünkü,
bugün biz gençler olarak neysek, yarının toplumu da o olacak

Kuşak Çatışması

Kuşak Çatışması
Gençlik döneminde duygular yoğundur ve sürekli dalgalanma gösterirler.Genç sevinçle üzüntü,sevgi ile nefret arasında gider gelir.Ruhsal tepkilerinde aşırılık,davranışlarındaki çelişki bu döneme özgü bir bocalamanın belirtisidir.Genç bir yandan içinden gelen dürtülerini dizginlemeye çabalarken öte yandan çevresi ile çatışmaya girebilir .İç dünyası ile dış dünya arasında dengeler kurmaya çalışır .Genç kendine özgü yaşamak istemekte , bağımsızlığını kazanmaya
çabalamaktadır.Gencin aradığı yeni bir kimliktir.Ben neyim ? Kimim ? Nasıl bir insan olmalıyım sorularına yanıt arar. Bir kişi ve birey olarak ana babasından değişik özellikleri olduğunun bilincine varır.Kendisine ve çevresine eleştirici bir gözle bakar.O güne dek yanılmaz ve kusursuz tanıdığı ana babasını yeni bir değerlendirmeden geçirir .Onlarda hoş görmediği eksikler, beğenmediği yanlar bulur.öğütleri saçma , koydukları kuralları sıkı, yaşadıkları anlamsız bulur.Ne eğlenmesini bilir ne de giyinmesini bilmezler.

Genç kendini kanıtlama çabası içindedir.Bu yolla bağımsızlına kavuşacak, kendi kimliğini bulacaktır.Ancak yeterli deneyim ve bilgisi yoktur.Denemekten kaçınmaz.Bir bakıma deneyimsizliğini yaşar, ama yalpalanarak da olsa yolunu bulmaya çalışır.Yoldan çıksa bile uyarılara kulak asmaz.Bu özelliklerin tümü, gencin yetişkinlerle anlaşmasını,geçinmesini güçleştiren başlıca nedenlerdir.Madalyonun diğer yüzünde ise yetişkinlerin tutum ve davranışlarından oluşan tepkiler yer alır.Gençte ki bağımsızlık ve zaman zaman başkaldırmaya kadar varan başına buyruk olma eğilimi ana babada tedirginlik yaratır.İlişkiler gerginleşir.Bazen işler kontrolden çıkabilir.Anne babadan gelen baskı arttıkça gençteki karşı çıkma eğilimi de artar.Ailenin yasaklarına uymayarak, kurallara boş vererek, eleştirilere karşıt tepki vererek bağımsızlıklarını kanıtlamaya çalışırlar.

Kuşak çatışması her çağda varolan bir olgudur.Bu çatışmalar kimi zaman açık çatışmaya da dönüşebilir.Ancak genellikle gizliden gizliye sürer.Kuşak çatışması genel anlamda üzülecek ,kaygılanılacak bir durum değil desteklenecek bir olgudur.gençlerin atılganlıkları,coşkuları,hatta hayalperestlikleri ; gelişmelerinin,yeniliklerin kaynağıdır.Gençlerde toplumsal yaşamda,sanatta ve yazımda , yeniliğin değişikliğin ardından koşmasalardı ilerleme olmazdı.Bu nedenle gençlerin yetişkinlerde karşıtlığını ortadan kaldırmak yararlı bir sonuç sağlamaz .Önemli olan bu çatışmayı toplum yararına dönüştürebilmek.Gençlerde yetişkinler aralarında yaşadıkları kuşak çatışmasını kontrol edemezlerse veya artar ve gene kendine zarar verecek eğilimler gösterdiğinde çatışmalar (evden kaçma,derslere ilgisizlik,eve geç saatlerde gelme,yanlış arkadaş gruplarına katılma gibi) çok büyük sorunlar yaşadıklarında bir uzmana başvurmaları önerilir.



Artık kuşak Çatışması her alanda yaşanıyor

Eskiden yaşlılar ile gençler arasında görülen çatışmalar günümüzde 5 yaş ve üzeri yaş farkı olan tüm bireyler arasında da görülebilmektedir. Öyleki 25 li yaşlardaki bireyler ile 18 yaşlar arasındaki bireyler arasında uçurumlar olabilmekte ve kuşak çatışması yaşanabilmektedir. Kuşak çatışmaları genellikle genç yaş grubu üzerinde odaklanmaktadır. Çünkü gençlik döneminde duygular yoğundur ve sürekli dalgalanma gösterirler. Gençler sevinçle üzüntü, sevgi ile nefret arasında gidip gelir.

Ruhsal tepkilerinde aşırılık, davranışlarındaki çelişki bu döneme özgü bir bocalamanın belirtisidir. Gençler, bir yandan içinden gelen dürtülerini dizginlemeye çabalarken öte yandan çevresi ile çatışmaya girebilir. İç dünyası ile dış dünya arasında dengeler kurmaya çalışır. Gençler, kendine özgü yaşamak istemekte, bağımsızlığını kazanmaya çabalamaktadır.

Gencin aradığı yeni bir kimliktir. Ben neyim? Kimim? Nasıl bir insan olmalıyım sorularına yanıt arar. Bir kişi ve bir birey olarak ana babasından değişik özellikleri olduğunun bilincine varır. Kendisine ve çevresine eleştirici bir gözle bakar. O güne dek yanılmaz ve kusursuz tanıdığı ana babasını yeni bir değerlendirmeden geçirir. Onlarda hiç görmediği eksikler, beğenmediği yanlar bulur. Öğütleri saçma, koydukları kuralları sıkı, yasakları anlamsızdır. Ne eğlenmesini bilirler, ne de giyinmesini, kısacası yaşamasını bilmezler.

Yetişkinler ve yaşlılarda ise durum tam tersinedir. Onların kişilikleri oturmuştur. Ne istediklerini ne giyeceklerini bilirler. Öyle ki bu durum artık otomatiktir ve çoğu kural onlar için değiştirilemez bir hale gelmiştir.

Gençlerde gördükleri ve beğenmedikleri, onlara yabancı gelen şeyleri eleştirme haklarını yaşlarının ve tecrübelerinin etkisiyle eleştirirler. Buda ortaya içinden çıkılmaz ve çatışmalı bir durum çıkarır. Eğer bu üçlü aynı evi paylaşıyorsa durum içinden çıkılmaz bir hal alır.

Kuşak çatışması genel anlamda üzülecek değil sevinilecek bir olgudur. Gençlerin atılganlıkları, coşkuları, hatta hayalcilikleri gelişmelerin, yeniliklerin kaynağıdır. Gençler toplumsal yaşamda, sanatta ve yarında yeniliğin, değişikliğin ardında koşmasalardı ilerleme olmazdı. Bu nedenle gençlerin yetişkinlerle karşıtlığını ortadan kaldırmak yararlı bir sonuç sağlamaz. Önemli olan bu çatışmayı toplumun faydasına kullanabilmektir.

Gençlerle yetişkinler, aralarında yaşadıkları kuşak çatışmasını kontrol edemediklerinde veya çok büyük sorunlar yaşadıklarında bir psikolog yada psikiyatriste başvurmaları önerilir

. BİZİM kuşaklar arada kaldılar. Bizler 'bilgisayarlar' ile 'daktilolar' arasında kaldık.


'Tel dolaplar' ile 'buzdolapları' arasındaki kuşağız biz.
'Nihansın dideden' ile 'Love story' arasındaydık.
Vitrindeki 'Renkli ti-vi' ile evdeki 'siyah-beyaz' arasında ne kadar gidip geldik, bilemezsiniz.
'Hamburger' ile 'köfte' arasındaki kuşaktır bizim kuşak.

'Mahalle bakkalı' ile 'süpermarketlerin' arasında... 'Veresiye defterleri' ile 'kredi kartları'nın tam ortasındaydık.
'Milliyetçilik' ile 'yabancı sermaye' arasında bir yerde...
'G-string' ile 'dantel don' arasında...
'Yerli malı' ile 'marka' arasında...
'Aşk' ile 'flört' arasında...
'Ucu parfümlü mektuplar' ile 'e-mail'ler' arasında...
'Alın teri' ile 'kolay para' arasında...
'Meyhane' ile 'Reina' arasında kaldık...

Arada kalan kuşağız biz.
'Tel çember' ile 'ateş eden pilli robot' oyuncaklarının arasında kala kala büyüdük.
'Arnavut taşı' ile 'asfalt' sokakların kesiştiği köşeydi yerimiz.
İşte bakın;
'Cumhuriyet' ile 'demokrasi' arasında sıkıştık, birisine koşsak öbürünü yitiriyoruz.
'Namus' ile 'para' arasındayız.
Hangisi? ..

GENÇLİK VE DEPRESYON

Gençlik ve depresyon / majör depresyonu nedir
Gençlerde sık görülen ruhsal rahatsızlıklardan biri majör depresyondur. Tanı konup tedavi edilmediği takdirde hastalarda madde kullanma eğilimi artmakta, okul başarısı düşmekte, toplumsal uyum bozulmakta en önemlisi de intihar riski artmaktadır. Araştırmalar genç yaşlarda ortaya çıkan depresyonun tekrarlama olasılığının ileri yaşlarda başlayan depresyonlara göre fazla olduğunu göstermektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı gençlerde depresyonun tanınması ve tedavi edilmesi önem kazanmaktadır. Daha önce psikiyatride kullanılan antidepresan ilaçların çok yan etkilerinin olması hastaların tedavi uyumunu bozmaktaydı. Ancak günümüzde kullanılan depresyon tedavi edici ilaçlar çok az yan etkileri olması nedeniyle daha rahat kullanılmaktadır. Amerika’da yapılan araştırmalarda gençlerde depresyon tanısının güç konduğu ve tedavi olan hastaların çok düşük oranda olduğu görülmüştür. Yurdumuzda bildiğim kadarı ile bu konuda yapılmış kapsamlı bir araştırma yoktur. Ancak klinik gözlemlerim bizde de benzer şekilde bu hastaların doktora başvurma ve tedavi olma oranlarının çok düşük olduğu yönünde.
Lewinson ve arkadaşlarının aynı sayıda yayınlanan makalelerinde gençlerde depresyonun tanınması ve tedavi edilmesi ile madde bağımlılığı riskinin azaldığı görülmektedir. Bu konuda yapılan diğer araştırmalar benzer sonuçları göstermektedir. Bir başka araştırmada Birmaher ve arkadaşları depresyon geçiren genç hastalarda madde bağımlılığı gelişme süresinin ortalama dört yıl olduğunu vurgulamıştır. Her genç depresyon hastası mutlaka madde bağımlısı olacak diye bir şartın olmadığı, sadece depresyon hastalarında madde kullanma riskinin normal topluma göre daha fazla olduğu, madde bağımlılığının ortaya çıkışını etkileyen başka etmenlerin de olduğu belirtilmektedir. Madde bağımlılığının ortaya çıkışında kişisel özellikler, aile yapısı ve toplumsal etkenlerde en az depresyon kadar etkilidir. Bütün bu etkileyici faktörler göz önüne alınarak uygulanan tedavi ile madde bağımlılığı gelişme ve başka ruhsal hastalıkların ortaya çıkma riski azalabilmektedir.
Gençlerde görülen depresyon yetişkin hastalarda görülen depresyona göre tedaviye daha dirençlidir. İlaç tedavisi ile düzelen genç depresyon hastalarında hastalık ilk 1 yıl içinde %39 oranında tekrarlamaktadır. Bu hastaların yarısında da özellikle ilk 6 ayda hastalık tekrarlamaktadır. Bu nedenle yeni tedavi seçenekleri geliştirilmelidir.
Depresyona yatkınlığı olan ve depresyonda olan hastaların uzmanlarca takip edilmesi önemlidir. Geçlerde depresyon geçirme olasılığını artıran özellikler şunlardır: ailede depresyon hastası bireylerin olması, anne- baba ile sürekli çatışma halinde olmak, daha önce depresyon atağı geçirmiş olmak, bazı davranış bozuklukları göstermek vb. Kızlarda depresyon erkeklere göre daha fazla görülmektedir. Gençlerde depresyon yetişkinlerde görüldüğü gibi tipik belirtilerle seyretmeyebilir. Çok değişik belirtilerin altında depresyon yatıyor olabilir bu nedenle tanı koymak güçtür. Gençlerde depresyonun ilaçla tedavisi çoğu zaman yeterli değildir. Bunun yanında psikoterapi ve aile görüşmeleri önem kazanmaktadır.
Bu konuda yapılan araştırmalar çok az sayıdadır. Daha geniş araştırmaların yapılması gerekmektedir.

Depresyon nedir depresyon nedenleri nelerdir depresyon belirtileri depresyon tedavisi
. Depresyon nedir?Depresyon ruh halinizi, hislerinizi, davranışlarınızı ve ruh sağlığınızı etkileyen bir hastalıktır. Depresyonun bir halsizlik kendi kendinize çözebileceğiniz bir sorun olmayıp, biyolojik temelli ve tıbbi olarak tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunun bilinmesi gerekir.
2. Depresyon (çökkünlük) sanıldığı kadar sık mı?Genel klinik tıpta, depresyon en yaygın ruhsal bozukluktur. Hastalığın ortaya çıkışına neden olan etkenlerin belirlenmesi çalışmalarında ve klinik araştırmalar ayaktan izlenen hastaların % 12-36’sı ile, yatarak tedavi gören hastaların % 30-58′inde depresif belirtilerin geliştiğini göstermektedir. Yatan hastaların % 11-26’sında ise klinik anlamda depresyon tablosu gelişmektedir. Bu hastaların 9ö 25′inde depresyon fiziksel hastalık öncesinde ortaya çıkmakta iken, % 75′inde depresyon fiziksel hastalıktan sonra, hastalığa ve etkilerine tepki biçiminde gelişmektedir.
3. Depresif belirtiler ile depresyon farklı mıdır?Depresif belirtiler, genellikle günlük yaşam olayları sonrası kişilerin olumsuz etkilenmeleri ve buna karşı oluşturdukları, kendilerinden ve çevrelerinden hoşnutsuzluk duygusunun yarattığı belirtilerdir. Genellikle bu belirtilere yol açan neden ortadan kalktığında ya da kişi duruma uyum sağladığında geçicidir. Depresyon ise kişinin yaşam kalitesini düşüren (insan ilişkilerinde olumsuzluk, iş veriminde düşme vb), adeta yok olma biçiminde ortaya çıkan bir hastalıktır ve mutlaka tedavi gerekir.
4. Depresyonun ilk belirtileri nelerdir?Öncelikle kişinin kendine saygısının azalması, aşırı yorgunluk, kendini suçlayıcı biçimde eleştirme ve uyku bozuklukları (aşırı uyuma, uykuya dalamama, uykuların bölünmesi gibi) ilk belirtilerdendir. Daha sonraki aşamalarda kişi hiçbir işe yaramadığı, hatta yaşamaya değmeyeceği düşüncesi ile intihar edebilir.
5. Depresyon kronikleşir mi?Depresyonun kronikleşme eğilimi saptanmıştır. Depresyon tanısı konduğunda, uygun olmayan tedavi depresyonun kronikleşme olasılığını arttırır. Özellikle kısa süreli (1 ay ya da daha az) antidepresan tedavi sonrası hastalık belirtileri yatışsa bile, tedavinin sürdürülmesinde (6 ay) yarar vardır ve kronikleşme olasılığı düşer.
6. Depresyon sıklığında cinsiyetin önemi var mıdır?Depresyon, kadınlarda erkeklere göre daha sık görülür.
7. Antidepresanların depresyon dışında kullanımı gerekli midir?Antidepresanların büyük bir kısmında anksiyolitik özellikler de bulunur. Ancak her durumda, örneğin yakının ölümü, onkolojik bir hastalık, hipertansiyon vb. kullanımı kişiye yarar yerine zarar getirebilir. Uygunsuz antidepresan kullanımı, yakınını kaybetmiş kişilerde uzamış yas sendromuna, onkolojik hastalıklarda fizyolojik ruhsal savunuların oluşmamasına ve hipertansiyonda aritmilere neden olabilir.
8. Depresyona yol açan etkenler nelerdir?Son yıllardaki çalışmalar, depresyonun biyolojik kaynaklı bir rahatsızlık olduğuna işaret etmektedir. Özellikle majör depresyonda, genetik yatkınlık ve beynin biyolojik dengesindeki bozuklukların, ortaya çıkarıcı faktörler olduğu kanıtlamıştır. Ancak kişilerin yaşamı algılayış biçimleri ve kültürel etkenler de halen, en azından tetikleyici neden olarak önemini korumaktadır. Kısaca ruhsal hastalıkların hemen hepsinde olduğu qibi hastalığın ortaya çıkışına neden olan etkenlerde biyo-psikososyal etkenler önemlidir.
9. Depresyon ilaçlara bağlı ortaya çıkabilir mi ?İlaçlara bağlı, özellikle antihipertansiflerin (rezerpin, metildopa, propranolol, gustetidin, klonidin) depresyona yol açabildiği saptanmıştır. Bunların yanı sıra östrojen, progesteron, kortizon preparatları ile vinkristin, vinblastin gibi anti tümör ilaçların da depresyona yol açtığı bilinmektedir. O nedenle bu ilaçlar uygulanırken, depresyon konusunda uyanık olunmalıdır.
10. Her antidepresan, her tip depresyonu tedavi eder mi?Depresyon tedavisinde antidepresan seçimi önemlidir. Özellikle ayaktan izlenen olgularda, uygun antidepresan seçimi önemlidir. Çünkü uygunsuz ilaç, yan etkileri nedeniyle kişinin ilacı kullanmasını ve tedaviyi engeller